Türk Edebiyatının önde gelen hikâyecisi Sait Faik Abasıyanık, hikâyelerini kendine has üslubuyla kaleme alır. Hikâyelerinde hayalleri, duyguları ön planda tutan Sait Faik; yazdığı karakterleri bazı durumlar içerisine sokup bu karakterlerin iç dünyasını okura yansıtmaya çalışır. Bu sebeple daha çok bireysel konularda hikâye yazar dersek yanılmış olmayız. Bu doğrultuda yazdığı sayısız hikâyelerden biri olan Haritada Bir Nokta’da ana karakterin daha ziyade adeta bir gözlemciyi andıran baş karakterin (yazıda ana karakterimiz için ayrıca anlatıcı hitabını da kullanacağım.) kötülüklerle dolu geçmişinden kaçışına, bu sırada kendi içinde yaşadığı çatışmalara ve bu çatışmaların ortasında çaresiz kalışına; bu noktadan sonra aslında yazmayı kötü bir meziyet olarak gören anlatıcımızın yaşadıklarıyla daha doğrusu gördükleriyle nasıl ‘’yazmasaydım deli olacaktım!’’ deme noktasına geldiğine şahitlik ediyoruz. Hikâye aslında bize yazma eylemine aşina olan birinin yazmaktan kendini alamayacağını söylüyor adeta.
Haritada Bir Nokta’dan kasıt aslında bir adayı temsilen söylenmiş bir söylem olarak karşımıza çıkıyor hikâyeyi okuduğumuzda. Bu ‘nokta’ hikayenin anlatıcısı olan ana karakter için saflığın, temizliğin, sakinliğin, dostluğun çağrışımıdır. Öyle ki anlatıcı için bu ‘nokta’ pandoranın kutusu açıldığında dünyaya yayılan tüm kötülüklerden geriye kalan umudu temsil ediyor dersek yanılmış olmayız. Bu ‘nokta’ hikâyenin anlatıcısı olan başkarakter için saflığın, temizliğin, sakinliğin, dostluğun en önemlisi umudun çağrışımıdır. Ana karakter bu iyi şeylere o kadar özlem duyar ki, bunları unutmamak için odasının duvarına bir harita dahi asmıştır. Orada o maviliklerin içinde kalan ‘nokta’ları görür, hatırlar ve mutlu olur. Oysa şimdi uzaklardadır ve hep oraya, namuslu insanların olduğu o adaya gitme hayalini kurar bir yandan. Hikâye aslında tam bu ‘nokta’da başlar. İsmini bilmediğimiz ana karakter o hayalini kurduğu adaya gider, aslında geri döner çocukluğunun geçtiği adaya. Artık çocuk değildir, orta yaşlı bir adamdır. Yaşadığı onca şeyi geride bırakır: ‘’Cebim para görmüştü. Kadın görmüştüm. Şehvet tatmıştım. Kumar görmüştüm. Hırsızlık, mahpusane görmüştüm. Kerhane görmüştüm. Yankesicilerle, hırsızlarla arkadaşlık etmiştim. Sulanmışlar, sulanmıştım. Aç yatmıştım. Para çalmıştım. Irza geçmiştim. Sevmiş sevilmemiştim. İşte bitkin, işte yorgun, işte hepsini hepsini yitirmiş; gittiğim motorla yeni geri dönmüştüm.’’ En önemlisi ise artık ‘’yazmayacaktır’’, çünkü yazmak onun için kötü bir huydur. Oysa o artık, bu namuslu insanlar arasında kendine bir yer bulmak daha doğrusu ömrünün geri kalanını bu insanların arasında geçirme arzusuyla yanıp tutuşuyordur. Bu sebeple her şeyi göze almıştır.
Ada aslında bizlere anlatıcı tarafından gerçeküstü bir şekilde anlatılır. Herkes iyidir, kimseye bir zararı olmayan tüm insanlar bu ‘nokta’da toplanmıştır. Büyükşehirin curcunasından, aldatıcı güzelliğinden kurtulan ana karakter için bu düşünce ilk başlarda onun için tek gerçektir. Her şey olağanüstü şekilde güzeldir, kimse arasında bir çatışma, kavga dövüş yoktur. Öyle ki anlatıcımız kendini bu rüyaya o kadar kaptırmıştır ki şahit olduğu bazı hoşgörüsüzlüklere tahammül edip onları görmezden bile gelir. Bu durumda yazmak eylemi zaten mümkün değildir dersek yanlış olmaz. Ama bir yandan da anlatıcımız yani ana karakterimiz yavaş yavaş bir şeylerin farkına varır. Bu şeyler aslında onu gerçek gerçekliğe taşıyacak olan şeylerdir. Ne yaparsa yapsın ada ahalisi onu asla sevmeyecek ve o asla onlardan biri olamayacaktır.
Hikâyenin kırılma noktası bu farkındalığın kendisi içinde yarattığı çatışmalarla cebelleşen ana karakterimizin bir gün iskelede bir olaya şahit olmasıdır. Öyle ki şahit olduğu bu olay ana karakterimize ‘’yazmasaydım deli olacaktım!’’ dedirtip bu adaya yerleşmek için vazgeçtiği ve kötü bir meziyet olarak gördüğü yazmak eylemini yapması için kendisini harekete geçirecektir. Bu olay iskelede adalı balıkçı tayfasına belki bir balık da bana verirler düşüncesiyle yardım eden yabancı bir adamın uğradığı haksızlıktır. Bunun dışında kendisinin bu haksızlığa karşı sessiz kalmayacağını düşündüğü adalıların bile sessiz kalması bardağı taşıran son damladır anlatıcımız için. Çünkü bu artık bir hoşgörüsüzlük değil, alçaklık ve haksızlıktır. Üstelik haksızlığa uğrayan o adamın bu ada ahalisinden olmaması, yabancı, da onda kendisini bulmasını kolaylaştırmış, belki de ilk kez kendisini ada ahalisinin karşısında bulmuştur. Bu durum onu bu tatlı hülyadan uyandırır ve gerçeği görmesini sağlar.
Ana karakterimiz artık dayanamaz ve
kâğıdını çıkartıp kalemini yontmak için koşar, çünkü artık yazacağı bir şey
yani anlatacağı bir hikâye vardır. Öyle ki yazmasa deli olacak, en önemlisi
parça parça yitirdiği benliğini hepten yitirecektir. Bu hikâyeden yola çıkarak
birkaç kelime de ben söyleyecek olursam, yazmanın şan, şöhret ve belki de para
getirdiği bir gerçektir fakat yazmak aynı zamanda tüm bu şeylerin karşısında
rehavete kapılmadan dimdik durmaktır da. Haksızlıkları dile getirmek,
alçaklıkları insanların yüzüne vurmaktır. En önemlisi de insanın kendisini
bulması, kendinden yahut şahit olduklarından yola çıkarak doğruları görmesidir.
Ve yazmak işte bu hikâyenin sonunda da olduğu gibi hem bir kalem ve kağıt
bulmak kadar kolay, hem de kaçınılmazdır.

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder