Kafam
kaşınıyor. Hangi tırnak saçlarımın arasında dolanmaya yeltense kaçınılmaz bir
şekilde bir yaraya temas ediyor. Kime söylesem ‘’neyi taktın kafana yine?’’
minvalinde karşı bir soruyla karşılaşıyorum. Bu sefer size soruyorum bre
yaralar: ‘’varlığınızı bir şeyleri kafaya takmama mı borçlusunuz yoksa insan
bedeninin yaralanmaya her an hazır olmasına mı?’’ Yaralardan biri bile cevap
vermemişti. Peki yaralarımızla karşılıklı oturup konuşabilseydik kanatmadan kabuklarını savabilir miydik hayatımızdan?
Kimi okurların ‘’yarayla alakalı böyle hiçbir yere varmayan sorular
sormak safsatadan başka bir şey değil.’’ diye sitem ettiklerini duyar gibiyim.
Shakespeare ‘’yarayla alay eder yaralanmamış olan.’’ der. Şöyle ki benim yaralarımı anlamlandırıp bir sonuca varmak gibi bir niyetim yok. Yaralanmak
başlı başına bir anlama gelir zaten. Biz yaralarımız hakkında bir şeyler
söylemek durumunda kaldığımızda onları anlamlandırmaya çalışmaktan ziyade yaralandığımızı
bir kez daha hatırlayıp yaşadığımızın, her şeye rağmen yaşadığımızın, farkına
varırız o kadar. Yoksa yaralanmak mevzuunda müşterek bir anlama varmak gibi bir
gayemiz olamaz, olmamalı. Çünkü bilmeliyiz ki her yara başkasına benzemeyen bir
kanı kabuğunun altında taşır. Biz kim miyiz? Bilmiyorum. Sadece şahsi düşüncemi
bir kalabalığa mal etmeye çalışıyorum ki okuyanda karşılık bulması daha kolay
olsun. Evet, kafam kaşınıyor… canım acıyor. Yaşıyorum. Kim olarak yaşamaktayım
peki? Sandığınız kişi değilim. Sandığımız kişi hiç değilim. Ragıp ben. Merhaba.
Kurbağalara bakmaktan falan gelmiyorum. Buna rağmen kurbağalara bakmaktan gelen
Yakup’u fırsat buldukça çağırırım. Yeter ki gelsin, tüm gün ucuz bira hizmeti
alabileceğimiz bir bara gidip, adı Sokrates olsun, okullarda bilimsel olarak incelenmek
üzere bıçak altına yatan kurbağaların o masaya gelmeden evvel sürdürdükleri
talihsiz hayatlar hakkında saatlerce konuşabilelim böylece. Ayrıca Yakup’u zaman zaman Ruhi Bey’le karıştırdığım
da olur, affola. Ruhi Bey’i tanımayanlar için; nasıl olduğunu bilmek konusunda
bilgilenmek isteyen Ruhi Bey… Hatırladınız değil mi? Ki onu da tanımaktan
memnun olduğum gibi nasıl olduğunu bilmeyi de pek önemserim. Ne zaman görsem
onu, selam vermem sorarım: ‘’nasılsın?’’ Cevap verir: ‘’nasılım?’’ ve
herkes yoluna devam eder. Çok yakınızdır vesselam. Belki Ruhi Bey merak edip
sormamış olabilir ama ben sorayım: ‘nasılım?’’ bir Ragıp olarak ben yani. Hayatını
bir türlü yoluna koymayı becerememiş bir ben olarak Ragıp…
Şimdiyi
pek önemseyemiyorum gelecek kaygım var çünkü geçmiş kafamın içerisinde çok yer
kaplıyor. Unutmak istiyorum. Hatta unutmak istediğimi dahi unutmak. Olmuyor.
Üstüne üstlük başkalarının hatıralarını da hatırlamak zorunda kaldığım oluyor.
‘’nasılmışım?’’ İyi değilim. Kötü de değilim. Vasat hiç değilim. Her şeye
rağmen iyi olmak mı olmalı dileğimiz, bilemiyorum. Yaşadığımız her kötü şeyden
ileride iyi şeyler olsun diye dersler mi çıkarmalıyız, bilmiyoruz. Hiçbir şey
bilmiyoruz. Bilmiyorum. Neyi bilmeli? İşte bu noktada neyi ne kadar bildiğini
bilmeyen ve bildiğini ise göstermekten çekinen Ragıp olarak ben; antik
insanlardan birinin kitabına göz gezdirirken yahut bu insanların hayatı
hakkında bir şey okurken denk geldiğim ancak kime ait olduğunu tam olarak
hatırlayamadığım, daha doğrusu hatırladığım ancak emin olamadığım ve aslında her
mahallede karşınıza çıkabilecek Kahveci Şener, Terzi Melahat, Kasap Cemil,
Pastacı Tülin gibi güzide insanların ağzından da başka bir versiyonunu duyabileceğiniz
o lafı etmek isterim, kendime: ‘’kendini bil!’’ Aslı böyledir, halk arasında
daha yaygın olarak kullanılan versiyonu ise şöyledir: ‘’haddini bil.’’ Evet,
Ragıp. Kendini ne kadar bilebilirsin? Peki haddinden ne kadar taşabilirsin? ‘’bilemem.
bilsem dahi emin olamam.’’ dedim, ki genelde böyle derim. Bir şeyi bildiğimi
bilsem bile içime en ufak bir şüphe yerleştiğinde bildiğimden şaşabilirim. Mesela
herhangi bir mecliste anlatmakta olduğum bir hikâyenin içerisinde geçen elmadan
yeşil diye bahsetmişken- ki hikayedeki elma yeşildir bilirim, yani büyük
ihtimalle…- o esnada herhangi bir yerden ‘’kırmızı?’’ diye bir ses hatta
fısıltı duymak bile beni şunu demeye iter: ‘’öyle hatırlıyorum.’’ Yani içime
şüphe düşürecek bir durumla karşılaştığım an ihtimallere sevk ederim
yüklemlerimi. Bir insan her anını ihtimaller dahilinde yaşıyorsa eğer yolda
olma hali ile lanetlenmiştir diyebiliriz. Yani durup dinlenmesi mümkün
değildir. Hazır böylesine net bir cümle kurmuşken kendime bir ‘’had’’ çizmek için müthiş bir fırsat. Hem beni tanımanız için hem de beni tanımamız için.
Tabi kendime çizeceğim bu haddin net çizgilerden oluşacağını garanti etmiyorum.
Bak şimdi! Bu sebeple ne kadar devam ettirebilirim, bilemiyorum.
Küçüktüm.
Sırtına keşan almış başı kapalı bir kadının kollarındaydım. Bir köy evinin
avlusunda farklı renklere boyanmış hasır iskemlelerde oturan birtakım adamların
arasından geçerek içeriye girdik. Yerde çok fazla ayakkabının ve kadın
terliğinin olduğu giriş holünden oturma odasına geçtik sonra. Her yerde
kadınlar vardı. Birkaçının yanında ise çocuk. Çocuklar oturma odasının
ortasında tahta bir masanın üstünde uzanan beyazlar içinde bir şeye bakıyorlardı.
Ne olduğunu o yaşlarda kestirmem mümkün olmasa da sonraki yıllarda onun ölü bir
beden olduğunu idrak edecek tecrübelere maruz kalmaktan kaçamamıştım. Odayı
dolduran kadınlar bunun çoktan idrakine varmıştılar ki rahatça aralarında
sohbet edebiliyorlardı. Bir anda o kadınlardan birinin kucağında buluverdim
kendimi. Sırtında keşan olan kadın beni bıraktıktan sonra ağlamaya başladı
ancak kimse oralı olmadı. Konuşmalar devam ediyordu. Keşanlı kadını öyle
görünce ağlamaya başlıyor, tüm dikkatleri üstüme çekiveriyordum. Böylece kucağında
olduğum kadının bir bacağını sallayıp beni sakinleştirmeye çalışmasına sebep
oluyordum. Bu esnada beni oraya bırakan kadın ağlamayı sürdürerek oturma
odasının ortasındaki tahta masanın üstüne çıktı. Yavaş hareketlerle uzandı beyazlar
içindeki şeyin üzerine. Beyazlar içindeki şey ile keşanlı kadının arasında bir
şey parlıyordu. Bir bıçaktı bu. Bıçağı fark etmemle ağlamam daha da hararetleniverdi.
Keşanlı kadının ağlaması ise benim aksime kesildi ve yerini herkesin
duyamayacağı türde içsel bir inlemeye bıraktı. Bir anda kucağında olduğum
kadının sohbet ettiği kadın beni kollarına alıp göğsüne bastırdı. ‘’talihsiz
yavrum benim.’’ Ağlamam dinsin diye beni bu şekilde sallamaya bir süre devam etti.
Ağlamam kesilince tekrardan eski yerime bırakıldım. Masaya baktım. Beyazlar
içindeki şeyi ve üstüne bırakılmış bıçağı bir kez daha gördüm. İçimde anlamını
bilmediğim bir kelime yankılanıverdi: ‘’anne!’’ Dünya’daki ilk kelimem.
Zil
çaldı. Sıramın üstündeki çizgili defterimi, okulun ilk günlerinde ablam ile
kapladığımız defter ve kitaplardan sadece biriydi o, ve sıramın altındaki üçüncü
sınıf hayat bilgisi kitabımı çantama koydum. Koşarak bahçeye indim. Herkes
kendi sınıfının sırasına geçiyordu. Boyum yaşıtlarıma göre çok kısa olduğundan
sınıf öğretmenimizin daha önce bellettiği gibi sıranın en önüne geçtim. Yanımda
Necla vardı. Onun da boyu benim gibi kısaydı. Saçları iki yandan örülmüş, aşağı
sarkan uçları yeşil bir kurdele ile bağlanmıştı. Güzeldi Necla… Ben Necla’yı
seviyordum. Neden bilmiyorum. Güzel olduğundan değil ama… Sanırım saçlarından
dolayı… Saçları çok güzeldi. Sınıfta önümde otururdu Necla. Derste saçları
sıramın üstüne düşerdi hep. Bazen saçlarını seyretmeye dalar daha aydınlık diyarlara
yol alırdım bazense kendimi tutamayıp yeşil kurdelesine dokunurdum. Sevmezdi. Her
seferinde derhal parmağını kaldırır. Öğretmene şikâyet ederdi beni: ‘’öğretmenim,
ragıp saçıma dokunuyor.’’ Öğretmen bir şey söylemez, bana sinirli sinirli
bakardı sadece. Utanırdım. Kulaklarım kıpkırmızı kesilirdi. Evvela gözlerimi bu
bakıştan kaçırıp önümde açık olan defterime bakar, parmaklarımla defterimin üst
ucu ile oynamaya başlardım; biraz zaman geçip sınıftaki gözlerin üstümden
uzaklaştığını fark edince de defterimin üzerine kapanır yüzümü pencereden
tarafa çevirip bu sefer de dışarıyı seyre dalardım. Dışarıdaydım. Tören
bitmişti. Necla’ya bir şey söylemeden bahçe kapısının önüne çıktım. Köyden
arkadaşım Murat çoktan törenden çıkmış kapının önünde köpeği Toni ile beni
bekliyordu. Murat benden bir yaş büyüktü, okula onunla gidip gelirdik. Tabi bir
de Toni vardı. Toni sabah bizimle okula yürür, biz okuldan çıkana kadar okulun
dışında bizi beklerdi. Murat, ben ve Toni köy yoluna çıkmadan evvel Sevgi Büfe’den
dondurma aldık. Ben en çok antep fıstıklısını severdim. Murat ise
vanilyalısını. Dondurmalarımızı daha yolu yarılamadan bitirirdik. Dondurma
çubuğunda ‘’bedava’’ yazısı varsa geri döner tekrar dondurma alır tekrar yola
çıkardık. Bugün o günlerden biri değildi. Eve vardım. Murat ile çantalarımızı
eve bırakıp köyün camisinin avlusunda buluşmak için sözleşmiştik. Evin kapısını
açıp çantayı içeriye fırlattım. Üstümdeki mavi önlüğün beyaz yakasını çıkarıp
çantanın yanına bıraktım. Çanta akşam ezanına kadar beni orada bekledi. Çantamı
tekrar elime aldığımda yatsı ezanı okunuyordu. Ödevlerimi yapmalıydım,
yapmalıydım çünkü yarın ve diğer gün babamla ablama tarlada yardım etmem
gerekiyordu. Defterimi önüme açtım, verilen ödevin hangi sayfada olduğuna
baktım. Hayat bilgisi kitabı yüz on yedinci sayfadaki tabloyu deftere çizmem
gerekiyordu. Hayat bilgisi kitabımı çıkardım ve sayfayı açtım. Sayfada bir zarf
vardı. Pembe. Üstünde kırmızı kalpler vardı. İlk başta anlamadım. Zarfı açmaya
yeltendim, yırtıldı. İçinden bir kâğıt çıktı. Bir aşk mektubuydu bu. Başta
anlayamamamdan anlamalıydım bunu. Kurşun kalemle çok güzel bir el yazısıyla
yazılmıştı mektup. Mektubu yazan Fulya idi. Fulya bizim sınıfta değildi ama
aynı yaştaydık. Ayrıca ablalarımız da lise arkadaşıydı. Zaman zaman Fulya ile
kantin sırasında karşılaşırdık. Ben hep ona sıramı verirdim. Ablam bana ona
yardımcı olmamı söylerdi, hastaymış Fulya. Hastalığının adını bilmezdim,
sormazdım da. Genellikle yüzü solgun olurdu. Sol şakağından aşağıya doğru ilerleyip
elmacık kemiğinde sonlanan bir iz vardı yüzünde. İzin nereden başladığını hiçbir
zaman görmedim. Kimse görmedi. Göremezdik. Çünkü Fulya kafasına her zaman turuncu bir baf
takardı. Okuldakiler saçı olmadığını söylerdi, kimisi yüzündeki izin ensesine
kadar uzadığını. Bilmiyordum. Ben konuşmazdım hiç onun hakkında. Konuşulunca da
susardım, yorum yapmazdım pek. Çünkü ablam öyle söylemişti. Keşke konuşsaymışım… Fulya’ya hiçbir şey
söylemedim. Sanki o mektubu hiç teslim almamış gibi davrandım. Fulya’yı onun
beni sevdiği gibi sevemezdim. Necla’yı
seviyordum ben. Ki hiçbir zaman Necla’yı sevdiğimi Necla’ya söylemedim,
söyleyemedim. Fulya’dan ise kaçmaya başladım. Kantinde Fulya’nın sırada olup
olmadığını uzaktan kontrol edip Fulya sırada değilse sıraya öyle girdim. Ben
sıradayken Fulya sıraya girdiğinde ise ona sıramı vermedim. Mesela arkadaşlarla
oyun oynarken Fulya oyuna dahil olduğunda oynamayı bıraktım. Fulya bizim sınıfa
girdiğinde ise kafamı sıraya kapadım. Fulya benimle bir şeyler paylaşmak için
çok uğraştı. Benim onu görmem için baktığım yerde olmaya çalıştı. Ben ise onu
görmedim. Keşke görseydim… Yıllar sonra bir yaz günü Fulya’nın ölüm haberini
aldım. Lisedeydim. Fulya hastalığı yenmiş yıllar içerisinde bir daha yakalanmış
yine yenmiş bir daha yakalanmıştı. Fulya beni seven daha doğrusu bana âşık olan
ilk kişiydi. Ben tutkulu bir şekilde sevmek gerektiğini, kişinin sevdası için
mücadele etmesini ilk onda gördüm ve ondan bildim. Çocukların ne kadar acımasız
olabileceğini ise ilk kendimde gördüm ve kendimden bildim.
Mutfağın
penceresinin önündeki söğüt ağacının gölgesinde mahalle arkadaşım Onur ile
oturuyoruz. Onur’un üstünde önünde kırmızı renk doksan dört yazan beyaz sıfır
kol bir üstlük var. Benim üstümde ise hiçbir şey yok. Boynumdaki cevşen hariç.
Ellerimizde boydan boya kesilmiş karpuz dilimleri… Ablamın mutfak penceresinden
bize verdiği karpuz dilimleri. Sessizce oturuyoruz. Sadece karpuzu yerken çıkan
hışırtılar… Arada ağzımda biriktirdiğim karpuz çekirdeklerini söğüt ağacının
gövdesine çizgi filmlere öykünerek seri şekilde tükürmeye çalışıyorum. Onur da
benden görüp denemeye başlıyor bir süre sonra. Filmlerdeki gibi olmuyor. Yukarı
mahalle ile maçımız varmış bugün, erkenden antrenman yapalım diye konuşmuşlar
dün. Ben iki üç gündür dedemin köyünde olduğum için haberim yok tabi. Anlayacağınız Onur beni maç olduğundan
haberdar etmeye gelmiş ve müstakbel kaynanası onu çok sevdiğinden midir
bilinmez karpuz faslına tesadüf etmiş. Önce ‘’yemeyelim bizi bekliyorlar.’’
dese de ablamın ısrarı ve benim karpuz sevdam ile dile gelen ‘’gideriz ya onlar
çoktan başlamışlardır antrenmana zaten, sonradan gireriz biz de.’’ söylemim onu
iknaya yetmişti. Koşarak yanımıza Kerim geldi. Nefes nefeseydi. Onurla hemen
ayaklandık ‘’ne oldu?’’ diye sorduk Kerim’e. Kerim bizden beş-altı yaş küçük
olan mahallenin çocuklarından biriydi. Onu mahalle maçlarında topları toplasın
diye kalenin arkasına koyardık hep. Kerim nefes nefese ‘’kavga çıktı ragıp abi!’’
diyebildi. Bunu duyduğumuz gibi koşmaya başladık. Biz önde Kerim arkada.
Ellerimizde karpuz kabukları… Kavgaya dair hiçbir şey sormamıştık, büyük
ihtimalle yukarı mahalledekiler erken gelip maçı hemen yapmak istemişler
bizimkiler de biz olmadığımız için, yani ben ve Onur, bunu kabul etmemişlerdi. En
fazla laf dalaşıdır diye düşünüyorum bir yandan koşarken. Kerim abartmıştır
yani. Küçük çocuklar bazı şeyleri abartırlar çünkü abarttıklarında büyükleri
anlattıklarını dinler, normalin aksine. Boş arsaya vardığımızda olayın hiç de
öyle olmadığını gördük. Yaşça bizden büyük biri, en fazla yedi-sekiz yaş
büyüktür benden, aynı zamanda sınıf arkadaşım da olan Şevkethan’ı karşısına
almış ona hakaretamiz bir şeyler söylüyordu. Şevkethan uzun boylu cılız bir
çocuktu. Herkes ona ‘’biraz yemek yeyip kilo alsan kapı gibi çocuk olursun tüm
kızlar peşinde pervane olur’’ diye akıl verirken o ‘’fikirlerimle gündeme
gelmeyi yeğlerim.’’ diyerek onları cevaplamayı tercih ediyordu. Akıllı bir
çocuktu Şevkethan, bilmeyi severdi; bildiğini göstermeyi daha çok severdi.
Aksine hiçbir zaman bildikleriyle gündeme gelmedi. Kulakları kepçeydi
Şevkethan’ın. Herkes ona kepçe, çanak, anten diye lakap takıp onu böyle
anıyordu. Ama ona takılan bir lakap vardı ki o lakabı aldıktan sonra ne ismi
kaldı ne de az önce saydığım sıfatları. Bu lakap Kepçetan’dı. Bu lakabı ona
ortaokuldaki Türkçe öğretmenimiz takmıştı. Ve ben de bu lakabı tüm mahalleye
yaymıştım. Hatta bu yüzden aramız bir süre bozulmuş sonrasında Şevkethan zamanla
bu lakabı kabullenince ve ben de bir fırsatını bulup ondan özür dileyince
tekrar barışmıştık. Şevkethan ağlamaklıydı. Yere bakıyordu. Karşısındaki kişi
hem ona sayıyor hem de onu zaman zaman hırpalamaya devam ediyordu. Bizimkiler
ise korkuyla olanları seyretmekteydiler.
Bizimkilerin arasından geçerek önlerinde durduk. Onur hemen yanımdaydı. Karpuz
kabuklarını yol üstündeki dereye atmıştık. Kerim ise arkada kalmıştı. Az ilerimizde olay cereyan etmeye devam
ediyordu. Herif bir ara Şevkethan’a okkalı bir tokat attı. Şevkethan yere
düştü. Yerden bir toz bulutu kalktı. Önce o toz bulutuna baktım. Sonrasında
yere bir kırmızılık sızdı, gözüm oraya aktı. Şevkethan ağlamaya başladı, burnu
kanıyordu. Hayatımda ilk kez birisinin bir başkasının kanını dökmesine şahitlik
ediyordum. Daha önce kavga etmiştim tabi, başkalarının kavgalarına da şahitlik
etmiştim ancak olaylar hiçbir zaman bu evreye geçmemişti. Ya araya birileri
girmiş ya da taraflar bu kadar yükselmemişti. Herif yere düşen Şevkethan’a
doğru eğildi. Onur bunu görünce bir anda bağırarak koşmaya başladı. Ben önce ne
olduğuna anlam veremedim ancak sonrasında anlamını bilmeden ben de koşmaya
başladım arkasından. Onur herifin karnına bir yumruk attı. İsabetliydi ancak
cılızdı. Yine de herif bu hamleyi beklemediği için afallamıştı. Kendine gelmesi
uzun sürmedi. Yumruğunu sıktı tam Onur’a sallayacakken bu sefer ben bağırarak
bacağına bir tekme savurdum. Herif tekrar afalladı. Bir anda etrafı
bizimkilerle çevrildi. Herif şaşkındı. Birkaç adım geri atmak zorunda kaldı.
Hepimizi bir karede görmek istiyor gibiydi ancak adeta o kareye sığmıyorduk. ‘’siz
göreceksiniz ulan’’ minvalinde tehditler savurmaya başlayarak yüzü bize dönük
şekilde yavaşça uzaklaşmaya başladı. Bu sırada Onur üstünü çıkarıp Şevkethan’ın
burnuna bastırdı, ona aynı bu şekilde tutmasını söyledi ve ekledi ‘’sakin ol
kep! bir şey yok biz buradayız bak.’’ Şevkethan biraz daha sakinlemişti. Daha
sonra Onur Şevkethan’ı kaldırıp koltuk altına girdi. Ben de aynı şekilde diğer
koltuk altına girdim. Hep beraber adamın gittiği yönün tersine
yürümeye başladık. Biz yürürken geride kalan birkaç kişi bizi korumak için
heriften tarafa bakmaya devam etti. Uzaklaştığından emin olduktan sonra
onlar da yürüyüşümüze katıldılar. Sonradan öğrendik ki bu herifin adı Nazım’mış.
Bizim mahalleden Sevda Abla’ya yanıkmış. Zaman zaman mahalleye gelip
Sevda’ların evinin önünde dikize yatarmış ki Sevda Abla da bu ilgiden
haberdarmış. Yine o gelişlerinden birinde apartmandan bizim Şevkethan’ın
çıktığını görmüş yanına çağırmış ve ona bir mektup vererek bunu Sevda’ya
vermesini söylemiş. Öyle tanışmışlar yani Şevkethan’la. Şevkethan bir süre
onların mektuplaşmasına aracı olmuş ancak zamanla mektupların içinde ne yazdığını
merak etmeye başlamış ve ne olduysa ondan sonra olmuş. Nazım’ın sokağa bu kadar
sık gelmeye başlaması mahallede Sevda hakkında dedikodulara sebep olmuş.
Şevkethan da bu dedikodulara engel olmak amacıyla bildiğini yani Nazım ile
Sevda’nın birbirlerini sevdiklerini mahalleliye anlatmaya başlamış. Hatta
kimilerine mektupları bazen kendisinin de okuduğunu itiraf etmiş. Velhasıl çok
anlatmış Şevkethan. Anlatması gerektiği kadar anlatsaymış belki durumu kurtarabilirmiş
ancak anlatacaklarının haddini aşmış vesselam.
Bilemiyorum,
haddimden taşmış olabilir miyim tüm bu anlattıklarımla. Ancak son anlattığımla
birlikte bende oluşan bu ihtimal hali daha fazla anlatmamam hususunda bir
netliğe varmama vesile oldu. Daha fazla anlatmamak. Tabi böyle dan diye gitmeyi
de kendime yakıştıramam. Bu sebeple haddim mevzunda kısa bir özet geçip
neticelendireceğim kendimi, müsaadenizle.
Hatırlıyorum… Bir tabutun geniş kısmına sarılan keşanın kime ait olduğunu, hatırlıyorum bir
kafanın sırrını saran turuncu renk kumaşın üstünde yazan kelimenin kaç kez
tekrar ettiğini, evet evet hatırlıyorum ne kadar yıkansa da çıkmayan başkasına ait bir
kanın bulaştığı tişörtün bir çocuk tarafından giyildiğini. Unutamıyorum. Yine hatırlıyorum.
Aldatıldığı için ayrılmak istediği kocası tarafından sokak ortasında kırk
yerinden bıçaklanan kadının çocuklarını da bir tarikat yurdunda hocası
tarafından aylarca cinsel istismara uğrayan çocuğun adı ve soyadının
kısaltmasını da. Fabrikaların olduğu bir ilçe nasıl kokar hatırlıyorum.
Emeğinin karşılığını alamayan bir babanın işten çıkıp eve geldiği ayakkabıları
hatırlıyorum. Her şeyi hatırlıyorum evet… Politikacıların nasıl yalan
söylediğini, her seferinde halkın nasıl kandırıldığını, bir de böyle düşünmek
lazım deyip dogma ile mücadele etmeye çalışan insanların nasıl
cezalandırıldığını… Hatırlıyorum işte. Tüm bunlar yetmezmiş gibi daha geçen gün
yanından geçtiğim çöp konteynırına atılan tabelada ne yazdığını da henüz
ilkokul birinci sınıftayken okulun ilk haftası okuldan ayrılmak zorunda kalan
çocuğun aslen nereli olduğunu da… Hatırlıyorum. Benim de hayattaki imtihanım
bu. Hatırlamak. Kimi okurların ‘’Hatırlamak kelimesini böyle hunharca kullanıp yazdıklarını
kafamıza kazıyacağını düşünüyorsan yanılıyorsun.’’ diye böbürlendiklerini duyar
gibiyim. Böyle bir niyetim yok. İnsan hatırlamak istediğinde unutmaya, unutmak
istediğinde ise hatırlamaya meyleden bir canlıdır. Siz neyi hatırlamak
istiyorsanız onu unutmak istiyor gibi yapmalı, neyi unutmak istiyorsanız da onu
hatırlamak istiyormuş gibi yapmalısınız. Tabi bunu başarabilmek de epey zor,
söylemeliyim. Bu denklem beni pek ilgilendirmiyor. Ben her şeyi hatırlıyorum,
dün sabah kahvaltıda yediklerim dahil. Keşke unutsam diyorum, hatırlamasam
hiçbir şeyi. Bu sayede düşünmeden yaşamak nasıl bir şeymiş bilebilsem. Hatıralarım
olmasa, şimdiyi yaşasam ve şimdiden öncesi hakkında hiçbir fikrim olmasa.
Sorsalar bana ‘ne zaman nerede doğdun? diye, cevaplasam şöyle göğsümü kabarta
kabarta ‘’bilmem, ki hiç bilmedim. hem nerede ne zaman doğduğundan çok ne zaman
nerede öldüğün daha mühim değil midir? üstelik öldüğünün ertesi günü yerin ve
zamanın da bir önemi kalmamış oluyor.’’ ‘’aslında biraz daha makul düşüncelerin
olsa pencere gibi çocuk olursun tüm insanlar peşinde virane olur valla!’’ diyen
sesleri işitiyor gibiyim herkeslerden.
Ragıp
ben. Merhaba. Sahip olduğum her şeyi mesnetsiz bir şüphe karşısında kaybetmeye
oldukça meyilli; hatırlamakla mükellef, hatırlamaktan mustarip, aynı zamanda
hatıraları kadar var olan bir Ragıp olarak ben.
Ayrıca belki kurbağalara bakmaktan gelmediğinden pek emin ancak
kurbağalara bakmak üzere gitmek söz konusu olduğunda kendinden o kadar da emin
olmayan bir ben olarak Ragıp. Belki de artık kurbağalara bakmaka gitmek vakti
gelmiştir, hem bu mevsimde dünyanın bütün suları güzeldir. Kafam kaşınıyor,
canım ise ac…
27.5.25

Hatırlamaktan muzdarip.
YanıtlaSil<3
Sil