28 Mayıs 2025 Çarşamba

Hatıralar

 


Kafam kaşınıyor. Hangi tırnak saçlarımın arasında dolanmaya yeltense kaçınılmaz bir şekilde bir yaraya temas ediyor. Kime söylesem ‘’neyi taktın kafana yine?’’ minvalinde karşı bir soruyla karşılaşıyorum. Bu sefer size soruyorum bre yaralar: ‘’varlığınızı bir şeyleri kafaya takmama mı borçlusunuz yoksa insan bedeninin yaralanmaya her an hazır olmasına mı?’’ Yaralardan biri bile cevap vermemişti. Peki yaralarımızla karşılıklı oturup konuşabilseydik kanatmadan kabuklarını savabilir miydik hayatımızdan?  Kimi okurların ‘’yarayla alakalı böyle hiçbir yere varmayan sorular sormak safsatadan başka bir şey değil.’’ diye sitem ettiklerini duyar gibiyim. Shakespeare ‘’yarayla alay eder yaralanmamış olan.’’ der. Şöyle ki benim yaralarımı anlamlandırıp bir sonuca varmak gibi bir niyetim yok. Yaralanmak başlı başına bir anlama gelir zaten. Biz yaralarımız hakkında bir şeyler söylemek durumunda kaldığımızda onları anlamlandırmaya çalışmaktan ziyade yaralandığımızı bir kez daha hatırlayıp yaşadığımızın, her şeye rağmen yaşadığımızın, farkına varırız o kadar. Yoksa yaralanmak mevzuunda müşterek bir anlama varmak gibi bir gayemiz olamaz, olmamalı. Çünkü bilmeliyiz ki her yara başkasına benzemeyen bir kanı kabuğunun altında taşır. Biz kim miyiz? Bilmiyorum. Sadece şahsi düşüncemi bir kalabalığa mal etmeye çalışıyorum ki okuyanda karşılık bulması daha kolay olsun. Evet, kafam kaşınıyor… canım acıyor. Yaşıyorum. Kim olarak yaşamaktayım peki? Sandığınız kişi değilim. Sandığımız kişi hiç değilim. Ragıp ben. Merhaba. Kurbağalara bakmaktan falan gelmiyorum. Buna rağmen kurbağalara bakmaktan gelen Yakup’u fırsat buldukça çağırırım. Yeter ki gelsin, tüm gün ucuz bira hizmeti alabileceğimiz bir bara gidip, adı Sokrates olsun, okullarda bilimsel olarak incelenmek üzere bıçak altına yatan kurbağaların o masaya gelmeden evvel sürdürdükleri talihsiz hayatlar hakkında saatlerce konuşabilelim böylece.  Ayrıca Yakup’u zaman zaman Ruhi Bey’le karıştırdığım da olur, affola. Ruhi Bey’i tanımayanlar için; nasıl olduğunu bilmek konusunda bilgilenmek isteyen Ruhi Bey… Hatırladınız değil mi? Ki onu da tanımaktan memnun olduğum gibi nasıl olduğunu bilmeyi de pek önemserim. Ne zaman görsem onu, selam vermem sorarım: ‘’nasılsın?’’ Cevap verir: ‘’nasılım?’’ ve herkes yoluna devam eder. Çok yakınızdır vesselam. Belki Ruhi Bey merak edip sormamış olabilir ama ben sorayım: ‘nasılım?’’ bir Ragıp olarak ben yani. Hayatını bir türlü yoluna koymayı becerememiş bir ben olarak Ragıp…

 

Şimdiyi pek önemseyemiyorum gelecek kaygım var çünkü geçmiş kafamın içerisinde çok yer kaplıyor. Unutmak istiyorum. Hatta unutmak istediğimi dahi unutmak. Olmuyor. Üstüne üstlük başkalarının hatıralarını da hatırlamak zorunda kaldığım oluyor. ‘’nasılmışım?’’ İyi değilim. Kötü de değilim. Vasat hiç değilim. Her şeye rağmen iyi olmak mı olmalı dileğimiz, bilemiyorum. Yaşadığımız her kötü şeyden ileride iyi şeyler olsun diye dersler mi çıkarmalıyız, bilmiyoruz. Hiçbir şey bilmiyoruz. Bilmiyorum. Neyi bilmeli? İşte bu noktada neyi ne kadar bildiğini bilmeyen ve bildiğini ise göstermekten çekinen Ragıp olarak ben; antik insanlardan birinin kitabına göz gezdirirken yahut bu insanların hayatı hakkında bir şey okurken denk geldiğim ancak kime ait olduğunu tam olarak hatırlayamadığım, daha doğrusu hatırladığım ancak emin olamadığım ve aslında her mahallede karşınıza çıkabilecek Kahveci Şener, Terzi Melahat, Kasap Cemil, Pastacı Tülin gibi güzide insanların ağzından da başka bir versiyonunu duyabileceğiniz o lafı etmek isterim, kendime: ‘’kendini bil!’’ Aslı böyledir, halk arasında daha yaygın olarak kullanılan versiyonu ise şöyledir: ‘’haddini bil.’’ Evet, Ragıp. Kendini ne kadar bilebilirsin? Peki haddinden ne kadar taşabilirsin? ‘’bilemem. bilsem dahi emin olamam.’’ dedim, ki genelde böyle derim. Bir şeyi bildiğimi bilsem bile içime en ufak bir şüphe yerleştiğinde bildiğimden şaşabilirim. Mesela herhangi bir mecliste anlatmakta olduğum bir hikâyenin içerisinde geçen elmadan yeşil diye bahsetmişken- ki hikayedeki elma yeşildir bilirim, yani büyük ihtimalle…- o esnada herhangi bir yerden ‘’kırmızı?’’ diye bir ses hatta fısıltı duymak bile beni şunu demeye iter: ‘’öyle hatırlıyorum.’’ Yani içime şüphe düşürecek bir durumla karşılaştığım an ihtimallere sevk ederim yüklemlerimi. Bir insan her anını ihtimaller dahilinde yaşıyorsa eğer yolda olma hali ile lanetlenmiştir diyebiliriz. Yani durup dinlenmesi mümkün değildir. Hazır böylesine net bir cümle kurmuşken kendime bir ‘’had’’ çizmek için müthiş bir fırsat. Hem beni tanımanız için hem de beni tanımamız için. Tabi kendime çizeceğim bu haddin net çizgilerden oluşacağını garanti etmiyorum. Bak şimdi! Bu sebeple ne kadar devam ettirebilirim, bilemiyorum.

 

Küçüktüm. Sırtına keşan almış başı kapalı bir kadının kollarındaydım. Bir köy evinin avlusunda farklı renklere boyanmış hasır iskemlelerde oturan birtakım adamların arasından geçerek içeriye girdik. Yerde çok fazla ayakkabının ve kadın terliğinin olduğu giriş holünden oturma odasına geçtik sonra. Her yerde kadınlar vardı. Birkaçının yanında ise çocuk. Çocuklar oturma odasının ortasında tahta bir masanın üstünde uzanan beyazlar içinde bir şeye bakıyorlardı. Ne olduğunu o yaşlarda kestirmem mümkün olmasa da sonraki yıllarda onun ölü bir beden olduğunu idrak edecek tecrübelere maruz kalmaktan kaçamamıştım. Odayı dolduran kadınlar bunun çoktan idrakine varmıştılar ki rahatça aralarında sohbet edebiliyorlardı. Bir anda o kadınlardan birinin kucağında buluverdim kendimi. Sırtında keşan olan kadın beni bıraktıktan sonra ağlamaya başladı ancak kimse oralı olmadı. Konuşmalar devam ediyordu. Keşanlı kadını öyle görünce ağlamaya başlıyor, tüm dikkatleri üstüme çekiveriyordum. Böylece kucağında olduğum kadının bir bacağını sallayıp beni sakinleştirmeye çalışmasına sebep oluyordum. Bu esnada beni oraya bırakan kadın ağlamayı sürdürerek oturma odasının ortasındaki tahta masanın üstüne çıktı. Yavaş hareketlerle uzandı beyazlar içindeki şeyin üzerine. Beyazlar içindeki şey ile keşanlı kadının arasında bir şey parlıyordu. Bir bıçaktı bu. Bıçağı fark etmemle ağlamam daha da hararetleniverdi. Keşanlı kadının ağlaması ise benim aksime kesildi ve yerini herkesin duyamayacağı türde içsel bir inlemeye bıraktı. Bir anda kucağında olduğum kadının sohbet ettiği kadın beni kollarına alıp göğsüne bastırdı. ‘’talihsiz yavrum benim.’’ Ağlamam dinsin diye beni bu şekilde sallamaya bir süre devam etti. Ağlamam kesilince tekrardan eski yerime bırakıldım. Masaya baktım. Beyazlar içindeki şeyi ve üstüne bırakılmış bıçağı bir kez daha gördüm. İçimde anlamını bilmediğim bir kelime yankılanıverdi: ‘’anne!’’ Dünya’daki ilk kelimem.

 

Zil çaldı. Sıramın üstündeki çizgili defterimi, okulun ilk günlerinde ablam ile kapladığımız defter ve kitaplardan sadece biriydi o, ve sıramın altındaki üçüncü sınıf hayat bilgisi kitabımı çantama koydum. Koşarak bahçeye indim. Herkes kendi sınıfının sırasına geçiyordu. Boyum yaşıtlarıma göre çok kısa olduğundan sınıf öğretmenimizin daha önce bellettiği gibi sıranın en önüne geçtim. Yanımda Necla vardı. Onun da boyu benim gibi kısaydı. Saçları iki yandan örülmüş, aşağı sarkan uçları yeşil bir kurdele ile bağlanmıştı. Güzeldi Necla… Ben Necla’yı seviyordum. Neden bilmiyorum. Güzel olduğundan değil ama… Sanırım saçlarından dolayı… Saçları çok güzeldi. Sınıfta önümde otururdu Necla. Derste saçları sıramın üstüne düşerdi hep. Bazen saçlarını seyretmeye dalar daha aydınlık diyarlara yol alırdım bazense kendimi tutamayıp yeşil kurdelesine dokunurdum. Sevmezdi. Her seferinde derhal parmağını kaldırır. Öğretmene şikâyet ederdi beni: ‘’öğretmenim, ragıp saçıma dokunuyor.’’ Öğretmen bir şey söylemez, bana sinirli sinirli bakardı sadece. Utanırdım. Kulaklarım kıpkırmızı kesilirdi. Evvela gözlerimi bu bakıştan kaçırıp önümde açık olan defterime bakar, parmaklarımla defterimin üst ucu ile oynamaya başlardım; biraz zaman geçip sınıftaki gözlerin üstümden uzaklaştığını fark edince de defterimin üzerine kapanır yüzümü pencereden tarafa çevirip bu sefer de dışarıyı seyre dalardım. Dışarıdaydım. Tören bitmişti. Necla’ya bir şey söylemeden bahçe kapısının önüne çıktım. Köyden arkadaşım Murat çoktan törenden çıkmış kapının önünde köpeği Toni ile beni bekliyordu. Murat benden bir yaş büyüktü, okula onunla gidip gelirdik. Tabi bir de Toni vardı. Toni sabah bizimle okula yürür, biz okuldan çıkana kadar okulun dışında bizi beklerdi. Murat, ben ve Toni köy yoluna çıkmadan evvel Sevgi Büfe’den dondurma aldık. Ben en çok antep fıstıklısını severdim. Murat ise vanilyalısını. Dondurmalarımızı daha yolu yarılamadan bitirirdik. Dondurma çubuğunda ‘’bedava’’ yazısı varsa geri döner tekrar dondurma alır tekrar yola çıkardık. Bugün o günlerden biri değildi. Eve vardım. Murat ile çantalarımızı eve bırakıp köyün camisinin avlusunda buluşmak için sözleşmiştik. Evin kapısını açıp çantayı içeriye fırlattım. Üstümdeki mavi önlüğün beyaz yakasını çıkarıp çantanın yanına bıraktım. Çanta akşam ezanına kadar beni orada bekledi. Çantamı tekrar elime aldığımda yatsı ezanı okunuyordu. Ödevlerimi yapmalıydım, yapmalıydım çünkü yarın ve diğer gün babamla ablama tarlada yardım etmem gerekiyordu. Defterimi önüme açtım, verilen ödevin hangi sayfada olduğuna baktım. Hayat bilgisi kitabı yüz on yedinci sayfadaki tabloyu deftere çizmem gerekiyordu. Hayat bilgisi kitabımı çıkardım ve sayfayı açtım. Sayfada bir zarf vardı. Pembe. Üstünde kırmızı kalpler vardı. İlk başta anlamadım. Zarfı açmaya yeltendim, yırtıldı. İçinden bir kâğıt çıktı. Bir aşk mektubuydu bu. Başta anlayamamamdan anlamalıydım bunu. Kurşun kalemle çok güzel bir el yazısıyla yazılmıştı mektup. Mektubu yazan Fulya idi. Fulya bizim sınıfta değildi ama aynı yaştaydık. Ayrıca ablalarımız da lise arkadaşıydı. Zaman zaman Fulya ile kantin sırasında karşılaşırdık. Ben hep ona sıramı verirdim. Ablam bana ona yardımcı olmamı söylerdi, hastaymış Fulya. Hastalığının adını bilmezdim, sormazdım da. Genellikle yüzü solgun olurdu. Sol şakağından aşağıya doğru ilerleyip elmacık kemiğinde sonlanan bir iz vardı yüzünde. İzin nereden başladığını hiçbir zaman görmedim. Kimse görmedi. Göremezdik. Çünkü Fulya kafasına her zaman turuncu bir baf takardı. Okuldakiler saçı olmadığını söylerdi, kimisi yüzündeki izin ensesine kadar uzadığını. Bilmiyordum. Ben konuşmazdım hiç onun hakkında. Konuşulunca da susardım, yorum yapmazdım pek. Çünkü ablam öyle söylemişti.  Keşke konuşsaymışım… Fulya’ya hiçbir şey söylemedim. Sanki o mektubu hiç teslim almamış gibi davrandım. Fulya’yı onun beni sevdiği gibi sevemezdim.  Necla’yı seviyordum ben. Ki hiçbir zaman Necla’yı sevdiğimi Necla’ya söylemedim, söyleyemedim. Fulya’dan ise kaçmaya başladım. Kantinde Fulya’nın sırada olup olmadığını uzaktan kontrol edip Fulya sırada değilse sıraya öyle girdim. Ben sıradayken Fulya sıraya girdiğinde ise ona sıramı vermedim. Mesela arkadaşlarla oyun oynarken Fulya oyuna dahil olduğunda oynamayı bıraktım. Fulya bizim sınıfa girdiğinde ise kafamı sıraya kapadım. Fulya benimle bir şeyler paylaşmak için çok uğraştı. Benim onu görmem için baktığım yerde olmaya çalıştı. Ben ise onu görmedim. Keşke görseydim… Yıllar sonra bir yaz günü Fulya’nın ölüm haberini aldım. Lisedeydim. Fulya hastalığı yenmiş yıllar içerisinde bir daha yakalanmış yine yenmiş bir daha yakalanmıştı. Fulya beni seven daha doğrusu bana âşık olan ilk kişiydi. Ben tutkulu bir şekilde sevmek gerektiğini, kişinin sevdası için mücadele etmesini ilk onda gördüm ve ondan bildim. Çocukların ne kadar acımasız olabileceğini ise ilk kendimde gördüm ve kendimden bildim.

 

Mutfağın penceresinin önündeki söğüt ağacının gölgesinde mahalle arkadaşım Onur ile oturuyoruz. Onur’un üstünde önünde kırmızı renk doksan dört yazan beyaz sıfır kol bir üstlük var. Benim üstümde ise hiçbir şey yok. Boynumdaki cevşen hariç. Ellerimizde boydan boya kesilmiş karpuz dilimleri… Ablamın mutfak penceresinden bize verdiği karpuz dilimleri. Sessizce oturuyoruz. Sadece karpuzu yerken çıkan hışırtılar… Arada ağzımda biriktirdiğim karpuz çekirdeklerini söğüt ağacının gövdesine çizgi filmlere öykünerek seri şekilde tükürmeye çalışıyorum. Onur da benden görüp denemeye başlıyor bir süre sonra. Filmlerdeki gibi olmuyor. Yukarı mahalle ile maçımız varmış bugün, erkenden antrenman yapalım diye konuşmuşlar dün. Ben iki üç gündür dedemin köyünde olduğum için haberim yok tabi.  Anlayacağınız Onur beni maç olduğundan haberdar etmeye gelmiş ve müstakbel kaynanası onu çok sevdiğinden midir bilinmez karpuz faslına tesadüf etmiş. Önce ‘’yemeyelim bizi bekliyorlar.’’ dese de ablamın ısrarı ve benim karpuz sevdam ile dile gelen ‘’gideriz ya onlar çoktan başlamışlardır antrenmana zaten, sonradan gireriz biz de.’’ söylemim onu iknaya yetmişti. Koşarak yanımıza Kerim geldi. Nefes nefeseydi. Onurla hemen ayaklandık ‘’ne oldu?’’ diye sorduk Kerim’e. Kerim bizden beş-altı yaş küçük olan mahallenin çocuklarından biriydi. Onu mahalle maçlarında topları toplasın diye kalenin arkasına koyardık hep. Kerim nefes nefese ‘’kavga çıktı ragıp abi!’’ diyebildi. Bunu duyduğumuz gibi koşmaya başladık. Biz önde Kerim arkada. Ellerimizde karpuz kabukları… Kavgaya dair hiçbir şey sormamıştık, büyük ihtimalle yukarı mahalledekiler erken gelip maçı hemen yapmak istemişler bizimkiler de biz olmadığımız için, yani ben ve Onur, bunu kabul etmemişlerdi. En fazla laf dalaşıdır diye düşünüyorum bir yandan koşarken. Kerim abartmıştır yani. Küçük çocuklar bazı şeyleri abartırlar çünkü abarttıklarında büyükleri anlattıklarını dinler, normalin aksine. Boş arsaya vardığımızda olayın hiç de öyle olmadığını gördük. Yaşça bizden büyük biri, en fazla yedi-sekiz yaş büyüktür benden, aynı zamanda sınıf arkadaşım da olan Şevkethan’ı karşısına almış ona hakaretamiz bir şeyler söylüyordu. Şevkethan uzun boylu cılız bir çocuktu. Herkes ona ‘’biraz yemek yeyip kilo alsan kapı gibi çocuk olursun tüm kızlar peşinde pervane olur’’ diye akıl verirken o ‘’fikirlerimle gündeme gelmeyi yeğlerim.’’ diyerek onları cevaplamayı tercih ediyordu. Akıllı bir çocuktu Şevkethan, bilmeyi severdi; bildiğini göstermeyi daha çok severdi. Aksine hiçbir zaman bildikleriyle gündeme gelmedi. Kulakları kepçeydi Şevkethan’ın. Herkes ona kepçe, çanak, anten diye lakap takıp onu böyle anıyordu. Ama ona takılan bir lakap vardı ki o lakabı aldıktan sonra ne ismi kaldı ne de az önce saydığım sıfatları. Bu lakap Kepçetan’dı. Bu lakabı ona ortaokuldaki Türkçe öğretmenimiz takmıştı. Ve ben de bu lakabı tüm mahalleye yaymıştım. Hatta bu yüzden aramız bir süre bozulmuş sonrasında Şevkethan zamanla bu lakabı kabullenince ve ben de bir fırsatını bulup ondan özür dileyince tekrar barışmıştık. Şevkethan ağlamaklıydı. Yere bakıyordu. Karşısındaki kişi hem ona sayıyor hem de onu zaman zaman hırpalamaya devam ediyordu. Bizimkiler ise korkuyla olanları seyretmekteydiler.  Bizimkilerin arasından geçerek önlerinde durduk. Onur hemen yanımdaydı. Karpuz kabuklarını yol üstündeki dereye atmıştık. Kerim ise arkada kalmıştı.  Az ilerimizde olay cereyan etmeye devam ediyordu. Herif bir ara Şevkethan’a okkalı bir tokat attı. Şevkethan yere düştü. Yerden bir toz bulutu kalktı. Önce o toz bulutuna baktım. Sonrasında yere bir kırmızılık sızdı, gözüm oraya aktı. Şevkethan ağlamaya başladı, burnu kanıyordu. Hayatımda ilk kez birisinin bir başkasının kanını dökmesine şahitlik ediyordum. Daha önce kavga etmiştim tabi, başkalarının kavgalarına da şahitlik etmiştim ancak olaylar hiçbir zaman bu evreye geçmemişti. Ya araya birileri girmiş ya da taraflar bu kadar yükselmemişti. Herif yere düşen Şevkethan’a doğru eğildi. Onur bunu görünce bir anda bağırarak koşmaya başladı. Ben önce ne olduğuna anlam veremedim ancak sonrasında anlamını bilmeden ben de koşmaya başladım arkasından. Onur herifin karnına bir yumruk attı. İsabetliydi ancak cılızdı. Yine de herif bu hamleyi beklemediği için afallamıştı. Kendine gelmesi uzun sürmedi. Yumruğunu sıktı tam Onur’a sallayacakken bu sefer ben bağırarak bacağına bir tekme savurdum. Herif tekrar afalladı. Bir anda etrafı bizimkilerle çevrildi. Herif şaşkındı. Birkaç adım geri atmak zorunda kaldı. Hepimizi bir karede görmek istiyor gibiydi ancak adeta o kareye sığmıyorduk. ‘’siz göreceksiniz ulan’’ minvalinde tehditler savurmaya başlayarak yüzü bize dönük şekilde yavaşça uzaklaşmaya başladı. Bu sırada Onur üstünü çıkarıp Şevkethan’ın burnuna bastırdı, ona aynı bu şekilde tutmasını söyledi ve ekledi ‘’sakin ol kep! bir şey yok biz buradayız bak.’’ Şevkethan biraz daha sakinlemişti. Daha sonra Onur Şevkethan’ı kaldırıp koltuk altına girdi. Ben de aynı şekilde diğer koltuk altına girdim. Hep beraber adamın gittiği yönün tersine yürümeye başladık. Biz yürürken geride kalan birkaç kişi bizi korumak için heriften tarafa bakmaya devam etti. Uzaklaştığından emin olduktan sonra onlar da yürüyüşümüze katıldılar. Sonradan öğrendik ki bu herifin adı Nazım’mış. Bizim mahalleden Sevda Abla’ya yanıkmış. Zaman zaman mahalleye gelip Sevda’ların evinin önünde dikize yatarmış ki Sevda Abla da bu ilgiden haberdarmış. Yine o gelişlerinden birinde apartmandan bizim Şevkethan’ın çıktığını görmüş yanına çağırmış ve ona bir mektup vererek bunu Sevda’ya vermesini söylemiş. Öyle tanışmışlar yani Şevkethan’la. Şevkethan bir süre onların mektuplaşmasına aracı olmuş ancak zamanla mektupların içinde ne yazdığını merak etmeye başlamış ve ne olduysa ondan sonra olmuş. Nazım’ın sokağa bu kadar sık gelmeye başlaması mahallede Sevda hakkında dedikodulara sebep olmuş. Şevkethan da bu dedikodulara engel olmak amacıyla bildiğini yani Nazım ile Sevda’nın birbirlerini sevdiklerini mahalleliye anlatmaya başlamış. Hatta kimilerine mektupları bazen kendisinin de okuduğunu itiraf etmiş. Velhasıl çok anlatmış Şevkethan. Anlatması gerektiği kadar anlatsaymış belki durumu kurtarabilirmiş ancak anlatacaklarının haddini aşmış vesselam.

 

Bilemiyorum, haddimden taşmış olabilir miyim tüm bu anlattıklarımla. Ancak son anlattığımla birlikte bende oluşan bu ihtimal hali daha fazla anlatmamam hususunda bir netliğe varmama vesile oldu. Daha fazla anlatmamak. Tabi böyle dan diye gitmeyi de kendime yakıştıramam. Bu sebeple haddim mevzunda kısa bir özet geçip neticelendireceğim kendimi, müsaadenizle.

 

Hatırlıyorum… Bir tabutun geniş kısmına sarılan keşanın kime ait olduğunu, hatırlıyorum bir kafanın sırrını saran turuncu renk kumaşın üstünde yazan kelimenin kaç kez tekrar ettiğini, evet evet hatırlıyorum ne kadar yıkansa da çıkmayan başkasına ait bir kanın bulaştığı tişörtün bir çocuk tarafından giyildiğini. Unutamıyorum. Yine hatırlıyorum. Aldatıldığı için ayrılmak istediği kocası tarafından sokak ortasında kırk yerinden bıçaklanan kadının çocuklarını da bir tarikat yurdunda hocası tarafından aylarca cinsel istismara uğrayan çocuğun adı ve soyadının kısaltmasını da. Fabrikaların olduğu bir ilçe nasıl kokar hatırlıyorum. Emeğinin karşılığını alamayan bir babanın işten çıkıp eve geldiği ayakkabıları hatırlıyorum. Her şeyi hatırlıyorum evet… Politikacıların nasıl yalan söylediğini, her seferinde halkın nasıl kandırıldığını, bir de böyle düşünmek lazım deyip dogma ile mücadele etmeye çalışan insanların nasıl cezalandırıldığını… Hatırlıyorum işte. Tüm bunlar yetmezmiş gibi daha geçen gün yanından geçtiğim çöp konteynırına atılan tabelada ne yazdığını da henüz ilkokul birinci sınıftayken okulun ilk haftası okuldan ayrılmak zorunda kalan çocuğun aslen nereli olduğunu da… Hatırlıyorum. Benim de hayattaki imtihanım bu. Hatırlamak. Kimi okurların ‘’Hatırlamak kelimesini böyle hunharca kullanıp yazdıklarını kafamıza kazıyacağını düşünüyorsan yanılıyorsun.’’ diye böbürlendiklerini duyar gibiyim. Böyle bir niyetim yok. İnsan hatırlamak istediğinde unutmaya, unutmak istediğinde ise hatırlamaya meyleden bir canlıdır. Siz neyi hatırlamak istiyorsanız onu unutmak istiyor gibi yapmalı, neyi unutmak istiyorsanız da onu hatırlamak istiyormuş gibi yapmalısınız. Tabi bunu başarabilmek de epey zor, söylemeliyim. Bu denklem beni pek ilgilendirmiyor. Ben her şeyi hatırlıyorum, dün sabah kahvaltıda yediklerim dahil. Keşke unutsam diyorum, hatırlamasam hiçbir şeyi. Bu sayede düşünmeden yaşamak nasıl bir şeymiş bilebilsem. Hatıralarım olmasa, şimdiyi yaşasam ve şimdiden öncesi hakkında hiçbir fikrim olmasa. Sorsalar bana ‘ne zaman nerede doğdun? diye, cevaplasam şöyle göğsümü kabarta kabarta ‘’bilmem, ki hiç bilmedim. hem nerede ne zaman doğduğundan çok ne zaman nerede öldüğün daha mühim değil midir? üstelik öldüğünün ertesi günü yerin ve zamanın da bir önemi kalmamış oluyor.’’ ‘’aslında biraz daha makul düşüncelerin olsa pencere gibi çocuk olursun tüm insanlar peşinde virane olur valla!’’ diyen sesleri işitiyor gibiyim herkeslerden.

 

Ragıp ben. Merhaba. Sahip olduğum her şeyi mesnetsiz bir şüphe karşısında kaybetmeye oldukça meyilli; hatırlamakla mükellef, hatırlamaktan mustarip, aynı zamanda hatıraları kadar var olan bir Ragıp olarak ben.  Ayrıca belki kurbağalara bakmaktan gelmediğinden pek emin ancak kurbağalara bakmak üzere gitmek söz konusu olduğunda kendinden o kadar da emin olmayan bir ben olarak Ragıp. Belki de artık kurbağalara bakmaka gitmek vakti gelmiştir, hem bu mevsimde dünyanın bütün suları güzeldir. Kafam kaşınıyor, canım ise ac…

 

27.5.25


2 yorum: