Altımda eskiden taraftarı olduğum bir
futbol takımının şortu var. Tişörtüm çıkık. Oda sıcak ama tenimde yer yer
soğukluğu hissediyorum. Özellikle sırtımda. Her kelimeyi ayrı ayrı yazarken
parmaklarımın seri şekilde hücum ettiği klavyemin sesi dolduruyor odayı. Bu
sese masamın altında duran koca bir zımbırtının sesi eşlik ediyor. Şu anda tam
karşısında oturduğum ekranın arkasında Yeşilçam’ın görünen emektarları olan
oyuncuların yer aldığı bir poster var. Tam bunları yazarken gözüm o postere
kayıyor ve evvela Danyal Topatan, ardından hemen yanındaki Bülent Kayabaş ile
göz göze geliyorum. Bir masa lambası sağlıyor bu iletişimi. Mevzubahis masa
lambasını ne zaman yaksam kendimi uzağa koyulmuş bir kameraya sırtımı dönmüş
bir vaziyette tahayyül ederim daima. Bedenin bulunduğu yeri sert bir şekilde
aydınlatan ışıktan uzaklaştıkça karanlık büyür odayla birlikte. Evvela
odadaki yatak belirsizleşir, sonrasında giysi dolabı kaybolur, en sonunda
ise kitaplıklarla birlikte kitaplar silinir tüm kelimeleriyle. Bir ışık, bir
masa ve birtakım hareketleriyle bir karaltı kalır gözde. Zihni
belirsizliklerle dolu çaresiz biri gibi görünür hem o karaltı hem de yalnız
başına bir sırt. Bilemiyorum bir insanın sırtı mekân fark etmeksizin çaresiz ve
yalnız hissi verebilir mi seyredene.
Kafam o kadar dolu ki, sosyal
medyada afili bir fotoğrafımı ‘’damlayana yazık olacak!’’ gibi
tehditvari bir söylemle paylaşmamak için zor tutuyorum kendimi. İyi bir öğrenci, sade bir vatandaş ve en önemlisi hayırlı bir evlat olamadım. Tüm bu olamamakların yanında olabildiğim tek
şey bi garip aşık. Ki küçük yaşta dokunaklı filmler seyretmiş olmamdan bu
garabetim, biliyorum. Her seferinde- Nazım Hikmet’ten aldığım yetkiye dayanarak
tabi- o kadar garip aşık oluyorum ki bir ara soyadımı Strangelove olarak
değiştirmeyi dahi düşündüm fakat bir an mantık tecelli etti ve bir doktordaki
kadar donanım ve özgüvene sahip olmadığımı hatırladım. Hatırladığım başka bir
şey ise bunca senelik hayatımda hevesle başladığım hiçbir şeyin tamamlanmamış
olmasıdır. Belki bir şeyleri tamamlamayı becerebilirsem oldum diyebilirim. Öte
yandan bu yaşa kadar halen umduğum hayatın peşinde kovalamamı sağlayan şey
hiçbir zaman oldum demememdir. Bu bir paradoks... Sanırım oldum diyebilmem için
evvela burnumu havaya, gözlerimi hayata ve ağzımı da kumanyaya kapatmam gerek.
Madem ölümden bahsedeceğim yine
yeniden, doğum üzerine konuşmamız gereken şeyler var demektir. Çünkü ben
problemlerimi daima bu şekilde çözerim. Sorun şu ki: doğum... Yani sorun,
doğum. Doğmasaydım eğer yaşamayacak, bu dünyaya beni bağlayan nice insan ile
tanışamayacaktım hatta yaşanmışlıklarım dahi olmayacaktı. Daha da ileri gidecek
olursam bedenen olmayacaktım. Bedenim olmasaydı nasıl beni tanıyacaklardı ki. Bi
kere herkes beni uzun olmamla tanıyor. Ruhumdan dolayı değildir herhalde. Hem
bir ruh nasıl uzasın? Acaba ruhumuz doğduğumuz gibi minicik mi kalıyor yoksa
reenkarne bir ruh mu sahip olunan? Aa pardon! Ruhumuz diye genel bir durum yok.
Her bir ruh eğer ki doğduğumuzdaki gibi minik kalıyorsa bu insanın yaş aldıkça neden
ruhani bir boyuta yönelmeye meyilli olduğunu açıklayabilir belki. Çünkü bir
insan zamanla kendisinde eksik olduğunu düşündüğü şeyi tamamlama hayali ile
yaşar. Ya da inanç temelli saf korkudandır bu meyil. Ha eğer sahip olunan her
bir ruh reenkarne ise içimizden bazıları Oidipus bile olabilir. Aman allam, bu
durumda her şey değişir. Fazla düşünmemeliyim.
Düşünmek bir lanet midir diye
çokça düşünürüm. Evet bu da bir paradoks ama evvelkinin aksine lanetli olduğu
aşikâr. Düşünmek bir lanetse düşünceden kurtulmanın yollarını bulma üstüne
düşünmek seni o lanete daha çok bağlar. Üstelik o lanetin esiri olarak yaşamını
sürdürmek durumunda kalırsın. Diğer
taraftan düşünmeden hayatın çok da anlamlı olacağını sanmıyorum. Ki bu durum
benim sanımı aşan bir şey. Emin olduğum şey birçok paradoksun arasında esir
olduğum. Bunu idrak edebilirim, iyi ki! Dedemin bir lafı vardır idrak
yollarının önemi üzerine. Kore’de savaşırken esir düştükten sonra yaşadığı bir
tecrübe sonrasında söylemiş bu sözü. Onu ve arkadaşlarını esir tuttukları yerde
kapalı bir alan olmadığı için işeyememiş dedem. Asker olmasına rağmen çekingen
biriymiş ve sonradan bana anlatılanlara göre dedem antika bir herifmiş ayrıca.
Mesela hayatı boyunca hiç zeytin yememiş. Şimdi bu cümleyi okurken zeytin
kelimesine denk gelmiş olması bile içini bir garip edebilirmiş. O derece yani. Esir tuttukları
yerde zaten su dışında pek bir şey vermedikleri için büyük abdesti fazla
gelmiyormuş. O da bu huyunu bildiğinden dolayı fazla su da içmiyormuş. Bir iki
gün sonra dedemin o ana kadar hiç işememiş olması arkadaşlarının gözünden
kaçmamış ve dedemin çişinin olmasına rağmen yapmamasını öğrendiklerinden sonra ‘’etme
eyleme, hastalık kaparsın’’ gibi tavsiyeler vermeye başlamışlar. Dedem
onlara kulak asmadan işemeyi reddederek buraya düştüğü ilk andan beri yaptığı
gibi bir şekilde oradan kurtulmanın yollarını düşünmeye devam etmiş. Ve o günün
gecesinde kendisi ve üç arkadaşının dışında bir İngiliz, bir Amerikan ve iki
Yunan askerini o hercümerçten kurtarmayı başarmış. Kaçtıktan sonra tehlikenin
geçtiğini düşündüğü bir anda çalılıkların arasına girip işemiş dedem. Ve
arkadaşları şu sözü duymuşlar çalılıklardan: ‘’İdrak yollarımın kapalı
olmasındansa idrar yollarımın kapalı olmasını yeğlerim.’’ Sonuç ise böbrek yetmezliği münasebetiyle
dünyaya gözlerini yuman bir Kore gazisi. Ondan geriye kalan bir adet madalyon.
O da babaannemin odasındaki duvarda asılı olan dedemin üniformalı fotoğrafının
çerçevesine bali ile iliştirilmiş tozlanmakta. Demek ki neymiş fazla düşünmemek
lazımmış bu fani dünyada. Umarım a’nın şapkası olması gerektiğini idrak
etmişsinizdir. İşemem lazım.
Üç, iki, bir. Kayıt! Sinema nereden geldi de benim yaşantımın tam merkezinde yer buldu
kendisine? Üstelik küçük bir ilin küçücük bir ilçesinde yaşayan kendi halinde
sümüklü bir çocukken ben. Ama uzuncanaydım allah var. Yoksa yok mu… Neyse annem
yazılarımı okuyabiliyor zaman zaman. Kınandım galiba. Sümüklüler sinema yapamaz
mı diye yaygara çıkaracaklar biliyorum ve bilemiyorum yapabilirler mi? Çünkü
ben şüphesiz şüphemle meşhur müphem biriyim. Beni bilenler bilir bunu bir ve
bir de her şeyi bildiğini varsayanlar. Evet, sümüklüydüm ve film izliyordum o
yaşlarda. Filmler korsandı ve bu sebeple ayakkabı kutusunda saklıyordum. Öhöm… Sonra
biraz büyüdüm kitap okumaya başladım. Sinema daha geri plana düştü benim için.
Çünkü kitaplar bana sonsuz bir afaki dünya vadediyordu. Bu ayrımı iyicene
oturtmak için mesela Döğüş Kulübü’nün kitabını okurken Tyler Durden karakterini
dış görünüş olarak isterseniz Edward Norton isterseniz Brad Pitt hatta
isterseniz Aydemir Akbaş olarak tahayyül edebilirsiniz. Ancak filmini izliyorsanız filmde Tyler
Durden’ı kim oynuyorsa o Tyler Durden’dır. Edward’sa o, Brad’se o ve tabi ki
Aydemir’se o… O değil de kitabın ismini italik ve kalın yazı tipi ile şeyapınca
sanki bu yazıyı ayrıntı yayınlarında basılmış bir kitaptan okuyormuş gibi
hissettim. Ama şimdi az önceki cümle bittiğinde o cümleye başlarken ki
hislerimden eser yok. Çünkü bu yazının basılmayacak kadar yavan olduğunun
bilincindeyim.
Bir uçaktayım şimdi. Memlekete gidiyorum. Şansımı sikeyim onca kenar koltukların arasından ortada olanına denk geldim. Yanımda cam kenarında bir teyze var. Arada dönüp ağzındaki tövbe istiğfarını üstüme doğru üfürüyor. Diğer yanımda kokan bir amca. Ben kulaklığımı takmış şiki şiki baba dinliyorum. Uçaktan inince derhal bir ganyan bayi bulmam gerekecek. Mesela yani. Bir yerden başka bir yere giderken hep geride kalanları düşünürüm. Geride bıraktıklarımı… Geride bırakılan yahut geride kalan, mefhum olarak bile bana hüzünlü gelir daima. İnsanın geçmişinin de bu sebeple hüzünlü olduğunu düşünürüm. Geçmişte yaşadığım neşeli bir gün bile hüzünlüdür artık ertesi günü benim için. Yani yaşanmışlıklar bile bu denli korkutucu derecede hüzünlü olabiliyorsa, hali hazırda devam eden ve ne getireceği belli olmayan yaşamın karşısında ben; acizane bir vaziyetteyim.
Geri döndüm. Masamın başındayım. Masamın
üstünde bir bardak var. Soğuk. Yarısına kadar kahveyle dolu. Daha zamanım var
demektir. Camus okuyanlar anladı ya da zamanında, kahvehanede çektirdiği cafcaflı bir fotoğrafının altına internette afili bir söz arayanlar. Bu yazıya başlayalı altı aydan 10
gün fazla oldu. Sanırım bitirmek için üç ay daha beklemeyeceğim. Ne olacağı
meçhul bir hayat yaşıyorum. Bir noktada bir şeyleri noktalayıp yoluma devam
etmem gerekiyor. Ehliyet kursuna
yazıldım. Zamanı geldiğinde kimseye muhtaç olmadan her şeyden kaçabilmek için.
Bir arkadaşım ne zaman böyle bir kaçıştan bahsetsem hep şunu söyler: ‘’Bana
bak aziz dostum; birilerinden, bir şeylerden kaçabilirsin tabi fakat
nihayetinde kaçtığın yere kendini de götürdüğün için aslında onları da
beraberinde götürmüş olursun. Sadece bu kuryeliğin farkına, kaçtıktan bir zaman
sonra varırsın.’’ ‘’Haklısın moruk.’’ diyorum sadece. Ne yapabilirim haklı olana
hakkını daima veririm ya da o an kallavi bir cevap için takatim yoktur. Fakat
yine de şu ihtimali de göz önünde bulundurmak gerekir. Böyle bir kaçış
kaçılan yerde kaçılacak yeni şeylere vesile olabiliyor. Bu sebeple kaçmak için
başka bir yere ihtiyacın oluyor ve tekrardan kaçıyorsun. Sonra yeni kaçtığın
yerden ve akabinde en yeni kaçtığın yerden de. Belki zamanında kaçtığın şeylerden
daha az tesirli kaçacak bir şey bulabilirsin umuduyla. Netice için garanti
veremiyorum ne yazık ki. Çünkü ben genelde kaçmıyorum, kaçamıyorum. Eğer kaçman
gereken yerde kaçamıyorsan ya kaçman gereken şeyin karşısına dikilmeli ya da
saklanmalı ondan. Beni tanıyanlar bilir, saklanmam pek mümkün olamıyor ne yazık…
Uzayda kapladığım yer yüzünden ki ben uzaya bir kere olsun adım atmadım. İşte
burada yaşamak bu sebeple çok zor; daha önce bulunmadığın bir yer, yaşamadığın
bir olay hatta olmadığın bir şey sebep gösterilerek o her neyse ondan sorumlu
tutulup tüm yükü omuzlarında bulabiliyorsun. Belki de bu nedenle ünlü düşünür o
sözü söylemiş: ‘’Uzayda kapladığın yer kadarsındır.’’ Tanımıyorum ben.
Saçmalıyorum sanıyorsunuz değil mi? Evet
doğru bildiniz. Ancak ne yazık ki bilginizi ödüllendirmek için size armağan
edeceğim beyaz eşya, televizyon hatta motosiklet gibi zımbırtılarım yok. Var
olan bir ben o da şaibeli. Şaibeli olmayan 28 Aralık. Altı ay on gün önce bir
gece yarısı başladığım bu yazının nihayetlenmesine ramak kala, olsa nasıl
oldururdum sorusuna bir cevap vermek niyetindeyim. Bu sayede şu ne idüğü belli
olmayan yazılı şeyin nihayetinde okur belki bir cevap ile şereflendirilecek.
İnsan kendisiyle baş başa kaldığında çok şey düşünüyor. Mesela hayatında olmasını çok isteyip de gerçekleşmeyen o ihtimaller ya gerçekleşseydi… mesela bir gün olması ihtimaller dahilinde olan fakat imasının bile muhatabını mutsuz ettiği acı bir olasılık, dank diye kişinin burnunun dibinde bitse idi … Dank. Dank! Hayır bir tabanca kullanmam böyle bir iş için. Aklımda şöyle bir senaryo var. Hani ham bir senaristim ya. Bu sebeple inandırıcı bir senaryo olmayabilir bu.
Bilgisayarımın başındayım. Ekranda bir
alışveriş sitesinin sayfası açık. Üstümde ne var bilmiyorum ki umrumda da değil
artık. Yalnızım. Hava yağışlı olduğundan oda loş, hatta odam apartman boşluğuna
baktığı için karanlığa daha yakın. Kurtar beni Luke! Mevzubahis internet
sitesinin muhteşem özelliğinden faydalanmak üzereyim. Gün içinde evime teslim
edilmek üzere isme özel bir kahve fincanı sipariş ediyorum. Fincanın üstüne
ismim haricinde bir cümle yazılmasını talep ediyorum. ‘’Bu yer hiçbir şeye
benzemeyen lanet bir koku ile midemi bulandırıyor.’’ Peh! Ne kadar iddialı
bir söz. Bazen bu dönemin kaotikliğine bakıp yanlış dönemde dünyaya geldiğimi
düşünüyor ve sanki benim elimdeymiş gibi bize ballandıra ballandıra anlatılan
geçmiş zamanda dünyaya gelmediğime hayıflanıyordum. Fakat okudukça geçmişin de
bugünden bir farkı olmadığının; savaşların, hüzünlerin, cinayetlerin,
sübyancılığın, tecavüzlerin, baskıların, bencilliğin ve nice bu tarz insanı
çevresine karşı tereddüt ile hareket etmeye zorlayan şeylerin çocukların
oyunlarla büyüdüğü o sokak aralarında şimdiki gibi kol gezdiğinin farkına
vardım. Bu tarz bir farkındalık ile şimdiye bakıp geleceğin yeni bir şey
getirmeyeceğinin de bilincindeyim ne yazık ki. Yani hangi dönemde doğarsam
doğayım eğer fikir ve duygularım şu an yaşamakla mükellef olduğum zamandaki
gibiyse benim için değişen bir şey olmayacak demektir. Yani insan bir kere
çevresine başka bir gözle bakabilir hale geldiyse bu dünya yahut zaman ona ağır
bir yükten başka bir şey vadetmiyor. Yani… Yanisi siparişi onaylıyorum ve
ekranda ürünümün yarım saat kırk dakika içerisinde teslim edileceği yazıyor.
Aceleyle kalkıyorum. Önce sigorta kutusundaki şalterleri indir kaldır yaparak
antrenin hangisi olduğunu saptamaya çalışıyorum. Nihayet buluyor ve diğerlerini
indiriyorum. Ardından apartman kapısındaki daire kapı zilinden antredeki hoparlöre
gelen kabloyu kesiyorum. Bunu yaparken sandalyeye ihtiyaç duymuyorum. Ki o
başka bir eylemin önayağı. Ve Saddam bandı ile evdeki havaya dışarıdan etki
edebilecek apartman kaynaklı daire izolasyon zafiyetlerini tıkıyor ayrıca tuvalete
ekstra bir önlem almak gerektiğinin bilincinde tuvalet kapısının kenarlarını
tamamıyla bantlıyor ve onun haricindeki bir artı bir’de bulunan tüm kapıları
açıyorum. Son on beş dakika. Mutfağa gidiyorum. Ocağın önünde duruyorum.
Gözlerden birinde bir çaydanlık. Demledim mi, hatırlamıyorum. Bir diğerinde
cezvedeki suyun içinde bir yumurta. Haşladım mı hatırlamıyorum. Ki ‘’O, insanı aşılanmış yumurtadan yarattı.’’ Onları yerinden etmeyip itina ile
ocağın tüm gözlerini açıyorum. Gözler, avare dolaşıp göründüğüne korku
saldıktan sonra can vermeden deliğine dönen bir yılan nasıl mutlu bir şekilde
tıslıyorsa öyle fısıldıyor ve deliğine nasıl doluyorsa sızıyor bir artı bire. Gözlerim
doluyor. Ağlıyor muyum? Tuvaletin kapısını bantlamasaydım, şimdi kendimi
tuvalete atıp gizli gizli ağlayabilirdim.
Odama çekiliyorum. Yatağımda sırtüstü uzanıp tavandaki kabartılara bakıyorum. Bir su sızmış, bir yerlerden. Ben sızıyorum. Acı anlamında değil. Geleceği görüyorum. Sızılı bi koku sızıp doluyor odaya. Bu koku… Bu koku… Midemi bulandırmıyor. Zihnimi açıyor. Daha da ileriyi görüyorum. Kafamın içerisinde bir şarkı çalıyor. İki tekerin üstünde bir herif sokakların arasında dolaşıyor. Kafasında bulunan kaskın içindeki korunaklı kulaklarından birine takılmış kablosuz bir kulaklıktan geliyor bu şarkı… İsmini hatırlamıyorum ama ritmini hatırlıyorum. Geçmişe gidiyorum. Belki bir kafede çalıyor ben içindeyken, belki bir arabanın teybinde ses oluyor ben herhangi bir yerden evime dönerken ve belki de bir gece yarısı uyumaya çalışırken yan odadaki delikanlının bilgisayarından geliyor kulağıma. İki teker bir yokuşu tırmanıyor önce sonra biraz düz sonra tekrar yokuş… Ve uzun bir düzlük… Bir apartmanın önünde duruyor. Kulağındaki müziği susturuyor. Telefonuna bakıyor. Adres burası. Saramago apartmanı. Yok ebesinin josekesi artık. Kafasını kasktan kurtarıp kaskı bagaja koyarken içinden küçük bir paket çıkarıyor. Yeşil parlak ambalajlı. Kat bu, daire şu. Zile bakıyor isim yok hiçbirinde. Telefon arıyor. Aradığı kişiye ulaşamıyor. Bir daha arıyor. Yok kimse. En üstte karşılıklı iki zil. Kat budur diyor dudakları, daire hangisi? Yüzde elli. Önce sağdakine basıyor. Yok. Bekliyor. Bir ses. Kim olduğunu soruyor. Şuna geldim diyor. Tanımıyorum diyor ses. Kapı kapalı. Ses kesiliyor, dudaklar bir küfür savuruyor hay bin lanet. Paketsiz olan elindeki bir parmak soldaki zile uzanıyor. Tereddütlü. Neden bilmiyor. Parmak bir süre zilin üstünde duruyor. Ardından uzunca basıyor. Bir ses önce… Kulaklar çınlıyor. Gökten saçların arasına cam parçaları saçılıyor. Göğe doğru kalkıyor başlar, bir alev gözlere alıyor. Parmaklar birleşip gözlere siper oluyor. Ayaklar uzaklaşıyor bulunulan yerden ve bir koku… Ve artık tavandaki kabarıklıkların bir önemi yok! Her şey unutuluyor. Tüm bu tantana pirüpak edilip iki küsur metre bir tahta sandukaya sıkış tıkış koyuluyor ve üstü her şeyi bildiğini varsayanlar dışında kimsenin anlamadığı yazıları olan parlak yeşil bir bez ile örtülüyor. Malum sebepten ötürü insanlar aynı kelimelerde buluşup uğruma saf tutmayacak olsa bile vasiyetim üzerine bu tahta kutunun ön yüzüne bir not düşülüyor: ‘’Dikkat uzun araç!’’ Bu notu görenlerin bazılarının yüzünde bir tebessüm belirse de ses çıkarmamaya mecbur hissedilen bu ortamda sessize alınmayan bir zımbırtıdan çalan şarkı herkesi tekrar ciddiyete sürüklüyor. Aksine ben umutla gülümsüyorum çünkü hatırlıyorum. ‘’Kavgam var kaderle…’’
