Denizin dingin sesi… usul usul kıyıya
vuran dalgalar… bir kış günü, soğuk mu soğuk! Kayıklar kayıkhanelerine çekilmiş…
Derme çatma bir kayıkhanede zeytin tenekesinden bozma bir sobanın sıcaklığı
var. Ahşap duvarlarındaki raflarda sıralanmış, eski içki şişeleri… tavanı
boydan boya kapatmış yer yer yırtılmış balık ağları…Ve sığıntı bir kayığın
içinde üç delikanlı oturuyorlar. Cılız turuncu bir ışık aydınlatıyor tüm olanı
biteni. Bir büyük tam ortaya konulmuş, küçük çay bardakları ise ona kulak
vermekte. Balık da yer yer lafa karışıp meze oluyor Büyük’e. Velhasıl üç
arkadaş oturmuş, demleniyorlar bu olan bitenin içerisinde. İçlerinden biri ‘’Aha
Nur Yoldaş! Ses ver!’’ diye radyoyu gösterdi. Radyoya yakın olan olduğu yerden uzandı
ve ses verdi Nur Ablaya:
‘’Meyhanelerde
içer de sarhoşlardan ziyade
Yaraşır dostların
meclisinde yarenler
Raks edip söylensin bu şarkı’’
Tam bu sırada sesi açtıran eşlik etmeye
başladı şarkının nakaratına: ‘’Döne döne döne döne’’ Bir dahaki
nakarat kısmında bu sefer ses veren de dahil oldu bu düete. Diğeri ise dalgın
ve sessiz. Arada şarkı söyleyen dostlarına gülümseyip yudumluyor bardağını.
Tatsız belli. Sesi açtıran şarkı söylemeyi bırakıp takıldı Diğeri’ne: ‘’Ne o,
Karadeniz’de gemilerin mi battı! Keyifsizsin.’’ Bu sözü duyup şarkıya eşlik
etmeyi bırakan radyoya ses veren cevapladı, Diğeri’ne fırsat vermeden: ‘’Kız
meselesidir ne olacak! Yüz vermiyor buna hiç. Hem bizimki daha söyleyemedi bile
ona.’’ Bunu duyunca bir kahkaha patlattı hafif çakırkeyif olmanın verdiği
haletiruhiyeyle müziği açtıran ve ekledi: ‘’ Ulan Hamdi! Bilmez misin ki kadın
gemiye uğursuzluk getirir, tabi batar o gemin.’’ Bunun üstüne bir kahkaha da radyoya
ses veren patlattı ve kahkahasının ardından ekledi: ‘’Yalnız Ahmet! Hamdi’ninki
de fena ha… felfena. O kız için bırak batırmayı gemiyi karadan yürütürüm
valla.’’ Gülüştüler. Hamdi sessizliğini bozmadan yumruğunu sıkarak yerinden
kalktı ve kayıkhaneden çıktı. Bu sırada Ahmet ve radyoya ses veren hem
kahkahalarla gülüyor hem de Hamdi’nin arkasından Hamdi’ye çok alıngan olduğunu,
ona sadece şaka yaptıklarına dair bir şeyler geveliyorlardı.
Hamdi kayıkhaneden çıkıp denizin kenarına
oturdu. Ve öylece uzaklara bakmaya başladı. Deniz simsiyahtı, hiçbir şey
gözükmüyordu. Sessizlik hakimdi. ‘’Keşke daha cesur olabilseydim’’ diye
söylendi içinden. Belki Muazzez’e olan aşkını itiraf edebilirdi bu
sayede. Ki bu malumun ilanıydı. Ancak anlam veremiyordu, aşık olmak
zaten başlı başına bir cesaret işi değil miydi? Öyleyse neden sevmedi onu
Muazzez. Belki ona olan aşkını söyleyememişti yüzüne ama insan duymaz mıydı
aşığın içinde kopan o sessiz çığlığı, dile gelmese de. Bazen çok fazla
düşünürdü böyle, daha doğrusu konuşurdu kendiyle. Gerçi hep, bazen değil. Öyle
ki söyleyemediklerini dünyaya haykırsa ilkel bir kabilede yaşayan sağır biri
bile duyar anlardı bunca gürültünün arasında onu. Muazzez hariç. Sonra birden
karanlığı gördü, gözleri alışmıştı geceye. ‘’Bu karanlık böyle iyi.’’ diye
geçirdi içinden kendini avuturcasına, sanki az önce düşündüklerini hiç
düşünmemiş, cesaretsiz oluşunun pişmanlığını yaşamamış gibi. İşte bu karanlığın
her şeyi herkesten saklayan büyüsüne olan düşkünlüğü ve bu sessizlik hali onu
cesaretten yoksun kılan. Ve bu cesaretsizliği, yaşayamama beceriksizliğinin en
büyük müsebbibi. Aslında küçük bir ışık belirse bu karanlıktan; incecik, gözle
görülmesi bile zor bir ışık… Kafiydi onun için. Zaten bu beceriksizliği ile
hayatta kalması umudunu hiçbir zaman yitirmemiş olması sayesindeydi.
Hamdi bu sessiz karanlıktan gözünü
kaçırarak hala yumruk halindeki eline baktı. Bütün öfkesi bu kadardı, bir avuca
sığacak kadar. Yavaşça sıkılı olan elini açtı. Elini açarken bir ışık hüzmesi
yansıdı parmaklarına ufuktaki karanlıktan. Yüzünü tekrar karanlıktan yana
çevirdiğinde bir yıldızın saliseler içinde kaybolduğunu gördü. Saliseler sonra
etraf tekrar karanlığa büründü. Hamdi cılız dalgaların kıyıya vurma sesini
duydu. Rüzgârın elmacık kemiklerine kondurduğu bir öpücüğün bıraktığı kızıllığı
duyumsadı. Üşümüştü, ne kadardır dışarıdaydı bilmiyordu. Ki kendiyle konuşmaya
başladığında zaman algısını tamamıyla yitiriyordu. Hatta bazen nerede olduğunu
unuttuğu dahi oluyordu. Neyse ki bu kez nerede olduğunu biliyordu. Ayağa kalktı
ve kayıkhaneye doğru yürüdü.
Hamdi kayıkhaneye girdiğinde
Ahmet’in elinde bir altıpatlar vardı. Ahmet, Hamdi’nin içeriye girdiğini
görünce radyoya ses verene ‘’Bak şimdi.’’ anlamında bir göz işareti yaptı ve
‘’Ulan Hamdi neredesin? Bak bi büyüğü devirdik sayılır.’’ dedi. Hamdi Ahmet’e
karşılık vermeden oturdu eski yerine. Radyoya ses veren girdi bu sefer söze
‘’Yahu Hamdi çok takıyorsun böyle mevzuları, takma. Şurada arada buluşuyoruz
zaten, eğlenmeyelim mi? Takılmayalım mı birbirimize?’’ Hamdi biraz daha sakin
gözüküyordu. Kafasını salladı, suskunluğunu sürdürerek. Ahmet bir anda ayağa
kalktı ve silahı Hamdi’ye doğrulttu: ‘’Konuşsana lan! Niye cevap vermiyorsun?’’
Hamdi altıpatlar ile burun burunaydı. Radyoya ses veren araya girdi: ‘’Ahmet!
N’apıyorsun? İndirsene şu silahı! Bir kaza çıkacak.’’ ‘’Şşt kime diyorum.’’
Altıpatların burnunu hafifçe bir iki kere havaya kaldırıp indirdi Hamdi’yi
işaret ederek Ahmet, sonrasında devam etti sözlerine: ‘’Geldiğinden beri bir
iki kelime anca ettin. Ne zaman buluşsak aynı terane. Çağırıyoruz seni, diyoruz
adamın keyfi yerine gelsin iki üç kadeh bir şeyler içelim. Bi gıdım bir şey
içiyorsun. Tamam diyoruz sevmiyor tadını bu meretin, muhabbet edelim diyoruz.
Karı gibi alınıp gidiyorsun. Konuşsana lan!’’ Hamdi gözlerini kırpmadan
altıpatların ucundaki deliğe bakıyordu. Karanlık…
Ahmet elindeki altıpatları yavaşça
indirdi. Hamdi ise gözlerini doğrudan Ahmet’in gözlerine dikti. Bu bakışa
karşılık Ahmet ‘’Demek cesursun! Dışarıda biraz üşümek iyi gelmiş anlaşılan.
Madem öyle yarıştıralım cesaretlerimizi. Bakalım kim daha cesurmuş’’ dedi. Ahmet
altıpatların silindirini açtı, boşaltma çubuğuyla tüm mermileri boşalttı. Mermiler
oturdukları kayığın içine dağıldı. Bir tanesi tam Hamdi’nin ayağının dibine
düştü. Radyoya ses veren hayretle olanları izliyordu. ‘’Ahmet sarhoşsun! Tamam
da anladı çocuk, daha ileriye götürme işi.’’ ‘’Sen karışma Taner!’’ dedi
Ahmet ve cebinden çıkardığı bir mermiyi yuvalardan birine yerleştirir gibi
yapıp göz kırptı Taner’e. Taner biraz da olsa rahatlamıştı. Ahmet silindiri
kapattı ve çevik bir hareketle çevirdi. ‘’Rulet oynayacağız!’’ dedi
Hamdi’ye. Hamdi olur anlamında kafasını
salladı. Soğukkanlıydı. Gerçekten de iyi gelmişti ona üşümek. Ahmet oturdu
yerine ‘’Başlıyorum!’’ dedi ve şakağına dayadı altıpatları horozunu çektikten
sonra. Gözlerini Hamdi’ye dikti ve tetiğe bastı. Silah ateş almadı. ‘’Tüh
karavana!’’ dedi Ahmet, Taner’e bakarak. Taner ise zoraki bir şekilde sırıttı,
halen tedirgindi. Altıpatları Hamdi’ye uzattı. Hamdi altıpatlara uzandı ve
şöyle elinde bir baktıktan sonra şakağına dayadı namlusunu, horozunu çektikten
sonra. Namlu sıcacıktı, normalde soğuk olması gerekirdi diye düşündü. Üşüyordu.
Gözlerini yumdu. Bunu gören Ahmet, Taner’e bakıp sırıttı. Zihninde birtakım görüntüler
dönmeye başladı Hamdi’nin. Küçükken okulun bahçesinde top oynayan çocukları
gördü, daha sonra başka bir çocuk gördü kenarda yalnız başına oturmuş onları
seyreden. Erkek olmasına rağmen mavi önlüğünün yakalığı oyalı olan bir çocuk.
Kim bilir; belki ablasının eski yakalığıydı o, yenisini alamamıştı babası yahut
annesi alırken yanlış bir yakalık almıştı ona. ‘’Hadi!’’ dedi Ahmet, ‘’Yoksa
korkuyor musun?’’ diye de ekledi sonra. Hamdi bir anlık irkilmeyle tetiğe bastı.
Ahmet kıkırdadı. Silah ateş almadı. Hamdi yumduğu gözlerini araladı, silahı
indirdi ve ‘’Al!’’ diyerek Ahmet’e uzattı. Ahmet altıpatları alırken ‘’Hah
şöyle! Biraz konuş bizimle.’’ dedi. Az önceki gibi horozu çekti, namluyu
şakağına dayadı ve tetiğe bastı. Silah yine ateş almadı. Taner olan biteni
nasıl izleyeceğini kestiremiyordu. Ne yaşıyordu? Bu neydi? Deli saçması…
Hamdi Ahmet’in uzattığı altıpatları
almadan evvel yere doğru eğildi. Doğrulduğunda horozu çekti ve namluyu şakağına
dayadı. Gözlerini yumdu, yine aynı çocuk… kıkırdıyordu. Babasıyla bir yere gelmişlerdi.
Bu yer ciddi olunması gereken bir yerdi, öyle söylemişlerdi ona. Öyle ki kıkırdamamak
için alt dudağını ısırıyordu. Komik bir şey görmüştü yahut ona komik gelen
normal bir şey. Kalabalığın ortasındaydı, insanlar bir adamın arkasında saf
tutmuş belli başlı bazı hareketleri eda ediyorlardı. O da kaçamak bakışlarla
takip ettiği yanındaki babasını taklit ediyordu. Hareketler son bulduğunda
kalabalıktan bir herif yanına geldi ve kulağından tutarak yanağına bir tokat
attı. O kalabalıkta kimse çıkıp da bir şey demedi, babası dahil. Hamdi
gözlerini araladı. Altıpatları şakağından göğüs hizasına indirip diğer eliyle
namlusunu tuttu. Şöyle bir bakış attı silaha. Ardından diğerlerine dönerek
konuşmaya başladı. ‘’ Hayatta anlam veremediğim çok şey var!’’ dedi. Ahmet,
Taner’e bu sefer ‘’Ne diyor bu?’’ dercesine baktı. Hamdi konuşmasını sürdürdü.
‘’Fakat bugün bir yenisi daha eklendi, bu şeylere. Rulet… Doğru olmayan bir
şeyler var bu oyunda. Cesaret hususunda. Silah insana cesaret verir derler ya
hani bu oyunda tam tersi oluyor. Silahı tutan el dehşete düşürüyor sahibini. Ha
belki doğru değildir bu düşülen durum ama doğrudan daha gerçek olduğunu
biliyorum. Çünkü ihtimaller doğuyor… İhtimaller değil midir hayatı gerçek
kılan? Silahı şakağına dayadığın bu oyunda gerçekleşmemiş her ihtimal insanları
daha kötü bir ihtimale doğru sürüklüyor. Tıpkı hayat gibi… Hayatım gibi. Hiçbir
şeyi beceremedim. Birini seveyim dedim, beceremedim. Allah’a inanayım dedim,
beceremedim. İyi bir arkadaş olayım dedim size, beceremedim. Ki en başta iyi
bir çocuk olmayı dahi beceremedim. Hayatta hiçbir zaman doğru yerde olamadım.
Doğru zamanda yaşayamadım. Doğruyu düşünemedim. İhtimaller üzerine düşündüm
fakat bu ihtimallerin gerçekleşmesini sağlayacak cesareti kendimde bulmayı beceremedim.
Korktum. Hayatım boyunca hep kötü ihtimalin gerçekleşmesinden korktum. Gördüm.
Gördüğüm onca haksızlık ve zorbalığı içime attım. Duydum. Hayatıma müdahil
olmaya çalışan insanların doğru diye iteledikleri safsataları duydum. Sustum.
Söyleyecek bir sözüm olmasına rağmen sustum. Hissettim. Değmeyecek onca insana
karşı yanlış hisler besledim. Bunca beceriksizliğe, korkaklığa, olamamışlığa
rağmen hayattan tek bir beklentim vardı; sahip olduğum gerçekliği yitirmemek.
Yitirdim. Şimdi şu anda elimde tuttuğum şu namlusu sıcak silahta gerçek olup da
doğru olmayan bir şey var.’’ Hamdi bakışlarını altıpatlara çevirdi ve ‘’Gerçek
olan silahın boş olduğu, doğru olmayan şey ise silahın boş olması.’’ dedi.
Ahmet’le Taner şaşkın bir şekilde birbirlerine bakıyorlardı. Bu sırada Hamdi
ayağa kalkmış, altıpatların silindirini açmış, boş olan yuvalardan birine az
önce yerden aldığı mermiyi yerleştirmişti. Her şey bir yıldızın kayarken
gökyüzünde görünme süresi içerisinde gerçekleşmişti adeta. Hamdi çevik bir
hareketle altıpatların silindirini çevirip horozu çekti, namluyu şakağına
dayadı ve ‘’Artık doğru olanı yapacak ihtimaller üzerine düşünmeyip ihtimali
yaşayacağım.’’ dedi. Ardından tetiğe bastı. Karanlık… Hamdi tekrar horozu çekti ve tetiğe
bastı. Karanlık… Hamdi tekrar horozu çekti ve tetiğe bastı. Karanlık…
…