Georges Perec'e...
Dün gece tam olarak uyuyamamıştı.
Kesik kesik rüyalar gördüğü gece, okulun son gününe denk düşen bu sabaha teslim
oluyordu. Bu yaz tatilinden sonra ortaokula geçecek, takım elbise giymeye
başlayacaktı. Takım elbise giymeye başlayacak olması onun ne kadar büyümüş
olduğunu gözler önüne seriyordu. İşte bu gece bir yandan takım elbise giyecek
kadar büyümüş olduğunu ve bir yandan da beş senedir göz göze geldiğinde
kıprkırmızı olduğu, ne zaman onu görse kalbinin uyuşana kadar hızlı bir şekilde
atmaya başlamasına sebep olan o kızı düşünerek geçirmişti. Sınıftakiler ona sen
bu kıza abayı yakmışsın diyorlardı böyle olduğunda. O ise daha da utanıp
kızarıyordu böyle denilince. Yatağında doğrulduğunda kalbi adeta yerinde
değilmiş gibi hissediyordu. Her rüya gördüğünde olduğu gibi dün geceden beri o
kadar seri atmıştı ki kalbi, bedeninin altında kalan kolu gibi o da uyuşmuştu.
Kolunun uyuşmasından hiç mi hiç hoşlanmazdı. Sanki hiç geçmeyecek gibi
hissederdi, kolundan orta parmağına kadar uzanan bu uyuşukluğu. Aksine kalbinin
uyuşması ise hoşuna gider, hiç geçmesin isterdi. Çünkü ne zaman o kız ile
karşılaşırsa böyle olurdu kalbi. Kalbinin uyuşmasını o kız tarafından ona
verilmiş bir armağan olarak görürdü. Okulun son günüydü bugün. Karnesini almak
için okula gidecekti ve belki de bu uzun tatil öncesi o kızı son bir kez daha
görebilecekti. Ne de güzel simsiyah bakardı. Annesi her gün saçlarını iki
yandan kırmızı kurdele bağlayarak örer, mavi önlüğünün üstüne giydiği pembe yün
kazak ise onu okuldaki diğer kızlardan ayırırdı. Annesi tarafından saçları
örülüp kırmızı kurdele ile bağlanan çok kız vardı okulda kaldı ki. O
kazak onun için çok farklıydı. O kazağa her dokunuşunda parmakları
gıdıklanır, elektriklenirdi. Ve elbette kalbi uyuşurdu. İşte o zaman bir rüyada
mı yoksa gerçek bir anda mı olduğunun bilincini yitirirdi. Gerçi fark etmezdi;
o küçük kız yanında olduğu sürece. Yani anlayacağınız sihirli bir kazaktı o,
gözünde. O kızı diğer kızlardan ayıran sihirli pembe yün bir kazak. Kaldı ki o
sihirli şeylere bayılırdı. Şapkadan çıkan uzun kulaklı tavşanlar, başta
kaybolan sonra kulak arkasından çıkan bozukluklar ve hepsinden çok şaşırdığı
iki parçaya bölünüp sonradan bir araya gelen insan bedenleriydi. Bu sihir onu
her zaman engel olamayacağı şekilde etkisi altına alırdı. Zaten sihir onun için
büyük bir olaydı. Çünkü sihir, gerçek bir an ile gerçekdışı olanın kesişimiydi.
Sihir inanılmaz olanı kendi kurallarıyla inanılır kılan bir şeydi.
Ayağa kalktı. Mavi önlüğünü ve dizleri yuvarlak resimli bir yama ile
yamalanmış kot pantolonunu giydi. Mutfağa gidip kahvaltı masasına kuruldu.
Annesi kahvaltıyı hazırlamış, bugün onun için özel olarak patates kızartmıştı.
Patates kızartması yemeyi severdi; hele ki annesi yaptığı zamanlarda. Annesine
oldukça düşkündü. Ancak kimsenin annesine karşı olan bu sevgisini bilmesini
istemezdi. Arkadaşları tarafından küçük görülmek yahut diğer bir deyişle ana
kuzusu diye nitelendirilmek onun için korkunç bir durumdu. Gerçi fazla arkadaşı
da yoktu ya, onunla dalga geçsinler. Lakin bu durum duyulursa arkadaşı olsun
olmasın dalga geçecek çok kişi vardı. Babası masanın başköşesine kurulmuş günün
gazetesini okuyor annesi ise kendine bir bardak çay daha alıyordu. Annesinin bu
tatilde dünya kupası olması sebebiyle mutfağa kurdurttuğu küçük tüplü televizyonda
bir haber kanalı açıktı. Bu televizyon sessiz kahvaltı sofrasını sese boğan tek
şeydi. Bir süre sonra babası gazetesinin ardından oğluna bir soru sorarak bu
sese ortak oldu: ‘’Oğlum karnen nasıl? Var mı zayıfın?’’ ‘’Karnem iyi baba;
zayıfım yok!’’ dedi çocuk. Babası gazeteyi hışırtılarla kapattı, masaya koydu
ve okuma gözlüğünü de çıkartıp gazetenin üstüne koyduktan sonra gömleğinin
cebinden iki ellilik çıkarttı. Birini ona verdi ve diğer elliliği havada
sallayarak ‘’Bu da iş bittikten sonra.’’ dedi. ‘’İş bittikten sonra?’’ diye
sordu o. ‘’Karneni gösterdikten sonra yani!’’ dedi. Annesi bir elinde çay
bardağı ile gelip masanın üstüne onun en sevdiği çikolatayı koydu ve ''Bu da
benim sana karne için naçizane hediyem.'' dedi. Çikolatayı cebine koydu ve
babasıyla göz göze geldi, ayağa kalkıp ona doğru eğilen annesinin yanağına bir
öpücük kondurduktan sonra koşarak evden çıktı. Koşarken aklında sadece bir şey
vardı: Pembe Yün Kazaklı Kız. O evden çıktıktan sonra evde bir süre sessizlik
hâkim oldu. Tüplü televizyonda açık olan kanalda altyazı olarak geçen son
dakika haberi evdeki sessizliğin bozulmasına ve mutfağın kırmızı renkle
dolmasına sebep oldu. ‘’Devlet yetkililerimiz tarafından alınan bir kararla ve
Eğitim Bakanı'nın onayıyla alfabemizin altıncı harfi olan malum harfin yazışma
dilinde kullanılması yasaklanmıştır. Bu kararla birlikte alfabemiz 28 harfe
düşürülmüş ve bu harfin yer aldığı bütün belgeler yakılmaya mecbur kılınmıştır.
Bundan sonra malum harfin herhangi bir kişi tarafından kullanılması; kişinin en
ağır cezalarla cezalandırılmasına sebep olacaktır.’’
‘’Evet, çocuklar! Artık ortaokula geçiyor ve bir yaş daha büyüyorsunuz.
Ortaokul size yeni kıyafetler, yeni telaşlar getirecektir. En önemlisi
ailenizin sizden büyük beklentileri olacak ve bu da size yeni sorumluluklar
getirecektir. Gelecekteki hayatınızın temellerini atacağınız lise sınavlarınız
gibi mesela. Bunun dışında size bazı şeylerden bahsetmek istiyorum. Bazen
hayatımızda rüyalardaki gibi saçma, gerçek dışı şeyler olur ve siz bu şeyleri
yaşayarak bir şeyin farkına varırsınız: Yaşamınızın saçma oluşunun
rüyalarınızın saçma oluşundan daha saçma olduğu. İşte o zaman paranoyaklaşır ve
âlemleri karıştırırsınız. Her şey gözünüze batmaya başlar; her doğru, her
yanlış… Çıldıracak gibi olursunuz çünkü kimse sizi onaylamaz, doğruluğun yahut
yanlışlığın peşine düşseniz bile. Yavaş yavaş mekân ve zaman kavramlarınızı
kaybeder bir boşluğa doğru sürüklenirsiniz. İşin kötü yanı ise bir boşlukta
olduğunuzun farkında olamayacağınızdır. Kâbus. Orada ömrünüz boyunca sürekli
aynı yerde dönüp dolaşır ve anlaşılmayı beklemek zorunda kalırsınız. ''Ben
neyim?'' , ''Burada ne yapıyorum?'' , ''Neden bu söylenenlere uymak
zorundayım?'' gibi. Yani varmak istediğim nokta, haberiniz oldu mu bilmiyorum
ancak alfabemizin altıncı harfi yazı dilimizden kaldırılmış. Bu konuda
görüşlerimi tam olarak ifade etmeyeceğim ancak az önce söylediğim kadarıyla
biraz bu yöndeki görüşlerimi ifade etmeye çalıştım. Liyakatten yoksun
yöneticilerin, getirildikleri koltuklarda farklı bir şeyler yapma arzusuyla
insanlara dayattığı saçma şeyler. Neyse işte böyle çocuklar
daha fazla kafanızı karıştırmak istemiyorum. Size en büyük tavsiyem bu yaz
tatilinde kitap okumanız veya film izlemeniz. Çünkü bunları tek başınıza
yapabilirsiniz. Kimsenin onayına ihtiyacınız olmadan; kitaplar ve filmler
üzerine olan ‘sizin’ düşüncenizdir ki önemli olan da sadece budur.’’ diye
konuştu Öğretmen. Sınıftaki öğrenciler hiçbir şey anlamamış gibi Öğretmen'in
suratına bakıyordu. Anladıkları tek şey her seferinde olduğu gibi Öğretmen'in
konuşmasının sonuna yerleştirdiği kitap-film hakkında söyledikleriydi.
Öğretmen belki de okulun son günü olması nedeniyle öğrencilerine bir konuşma
yapma gereği duymuştu ve saçmalamıştı. ''Yani kısaca iyi tatiller!'' diye
ekledi bu bakışlardan sonra konuşmasına Öğretmen. O sırada kapı çaldı. Gelen
oydu. Geç kalmıştı. Kapıyı yarısına kadar açtıktan sonra sınıfa doğru bir adım
atmış, kapının önüne dikilmiş bir şekilde arkadaşlarına bakıyordu. Gözleri
sanki birini arıyormuş gibi sınıfı süzdü. Evet, sonunda gözleriyle aradığı
kişiyi bulmuş ve bu keşifin ardından yüzünde bir tebessüm belirmişti.
İşte orada orta sıranın ortasında kendi sırasının hemen önünde oturan Pembe Yün
Kazaklı Kız. Bugün de sınıftaki birkaç kız gibi annesi saçlarını kırmızı
kurdele ile toplayıp örmüştü. Tüm sınıf geç kalan çocuğu seyrediyordu. Tabi
Pembe Yün Kazaklı Kız da tıpkı rüyalarında olduğu gibi ona bakıyordu simsiyah.
Bunun yanında elbette kalbi de bu olaya tepkisiz kalmıyordu.
‘’Ertuğrul! Hey! Ertuğrul? Neredeydin? ’’ diye Öğretmen ona seslendi. Evet,
onun adı Ertuğrul’du. Hemen kendisine geldi ve ‘’Geç kaldım, öğretmenim.’’ diye
cevapladı Ertuğrul, Öğretmeni. Sınıfta birkaç kişi kıkırdadı. Ertuğrul
anlamamıştı bu kıkırdamaları. Ertuğrul, Öğretmen'e baktı tekrardan. Aslında
Öğretmen'i çok seviyordu Ertuğrul, çünkü ilkokul boyunca onları okutmuş ve
onlara çok şey öğretmişti. Onlara 100 Temel Eseri okutmuş, hatta sınıfça Arı
adlı bir animasyon filmine götürmüştü. Bu film sinemada izlediği ilk filmdi
Ertuğrul'un ve bazı sınıf arkadaşlarının. Bazen anlam veremedikleri çok şey
söylerdi ama bu sözler ona çok güzel gelirdi. Her ne kadar bu sebeplerden
ötürü Öğretmen'i çok sevse de Öğretmen'in sevmediği özellikleri de vardı. Bunlardan
en önemsediği müdüre karşı davranışları ve disiplin anlayışıydı. Öğrencilerle
ilişkisi çok iyi olmasına rağmen disiplin dışı bir davranışta hemen müdürün
odasında alırdı soluğu, ancak o anlam veremedikleri meçhul konuşmalarında
sürekli yöneticileri eleştirirdi. Bu yüzden Öğretmen'e fazla güvenmezdi. Kaldı
ki bir gün Öğretmen onu kenara çekip ona '' Bu aralar çok yalnız
takılıyorsun, yoksa birine aşık mı oldun? Eğer böyle bir şey varsa söyle, bir
sırrımız olur.'' demişti. Lakin Ertuğrul sırf bu iki özelliğinden dolayı
Öğretmen'e Pembe Yün Kazaklı Kızdan bahsetmemişti. Çünkü Müdür aşktan anlayan
biri değildi biliyordu. ''Ertuğrul... Ertuğrul... Ertuğrul!'' diye bağırdı
Öğretmen, gözlerinin içine bakan Ertuğrul'a. Ertuğrul bu bağırtıyla kendine
geldi. ''Yine nerelere gittin?'' diye sordu Öğretmen. Ertuğrul, hiç anlamında
kaşları ve gözlerini anlına doğru çekti. Biraz korkmuştu. Öğretmen eliyle
yerine geçebileceğini işaret etti ve Ertuğrul yerine, Pembe Yün Kazaklı Kızın
arkasındaki sıraya geçti.
Zil çaldı. Für Elise. Ertuğrul bu zilin sesiyle bir kâbustan
uyanırmışçasına sırasında zıpladı. Ne ara uyuyakalmıştı hatırlamıyordu.
Sınıfta bir uğultu vardı. Öğretmen çıkmıştı. Kendine gelir gelmez Pembe Yün
Kazaklı Kızı aradı ancak yoktu. Önünde başka biri oturuyordu. Pembe Yün Kazaklı
Kızın yerinde. Mavi önlüklü ve saçları iki yandan kırmızı kurdele ile toplanıp
örülmüş bir kız lakin pembe yün kazaksız. Teneffüs olmuştu ve sanırım Pembe Yün
Kazaklı Kız dışarı çıkmıştı. O gelmeden Ertuğrul bir şeyler yapmalıydı. Kıza
onu sevdiğini belli etmeliydi. Öyle düşünüyordu. Böyle düşünmesinde sınıfta
kendi dışında sadece birkaç kişinin olmasının ve uykusundan yeni uyanmış
olmasının büyük payı vardı Çünkü Ertuğrul normal şartlarda böyle bir şeyi
yapmayı bırakın düşünmeyi bile göze alamazdı. Ertuğrul bir anda tüm bedeninde
hissettiği cesaretle ellerini yumruk yaparak bir hışımla yerinden fırladı ve
kara tahtaya doğru yürüdü. Önce beyaz bir tebeşir aldı; sonra yoksa kırmızı
tebeşir mi alsaydım diye düşündü. Sonuçta önemli şeyleri hep kırmızı ile
yazarlardı ve elbette aşkın rengi kırmızıydı. Öyle de yaptı. Kırmızı tebeşirle
kara tahtaya kocaman bir kalp çizdi; ortasına iki büyük ‘E’ harfi kondurdu.
Sınıftaki uğultu bir anda kesildi. Ertuğrul yüzünü sınıfa döndü.
Tüm sınıf arkadaşları sınıftaydı. İçlerinden bazıları kıkırdıyordu. Ve o, Pembe
Yün Kazaklı Kız... Esma da sınıftaydı. Ama daha demin sınıfta değildi. Hele ki
üzerinde pembe yün kazağı da yoktu. Ertuğrul kıpkırmızı olmuştu. Tıpkı Esma'nın
örülen saçlarını tutan kırmızı kurdeleler gibi. Aşkın rengi. Ve bu renkle
birlikte gelen ateş, bütün vücudunu sarmıştı. O sırada öğretmen içeri girdi.
Herkes yerine geçti. Ertuğrul da başını yerden hiç kaldırmadan sırasına geçti.
Öğretmen ‘Evet, çocuklar! Geçin bakalım yerlerinize ‘’ dedi ve o sırada tahtayı
gördü. ‘’Kim yaptı bunu?’’ diye sordu. Aniden sinirlenmişti. Sınıfı
sessizlik bürümüştü. Öğretmen soruyu tekrarladı. O sırada Ertuğrul’un önünde
oturan mavi önlüklü kız ayağa kalktı ve Ertuğrul’u işaret ederek ‘’O yaptı,
öğretmenim!’’ dedi. Oydu. ''Esma.'' diye fısıldadı Ertuğrul. Ama nasıl
olabilirdi. Bir kazak insanı bu kadar hızlı nasıl değiştirebilirdi. O öyle bir
şey yapmazdı ki. ‘Ne olabilirdi ki hem, tahtaya yazı yazmak suç muydu?’ diye
düşündü Ertuğrul sonra. Öğretmen Ertuğrul’u yanına çağırdı. Ertuğrul onu
çağıran Öğretmen'in yanına gitti. Öğretmen Ertuğrul’u kulağından tuttu,
Ertuğrul'un vücudunu saran ateş daha da hissedilir oldu, sınıfa ‘’Birazdan
geliyorum; kimse dışarıya çıkmasın.’’ dedi ve müdür odasının olduğu tarafa
doğru gitti.
Müdür Odasına girdiklerinde Müdür Bey bir yandan ağzı ile burnunun arasını
tamamen dolduran bıyığını sıvazlarken bir yandan da televizyonda odasındaki
tüplü televizyondan cinayet ve kayıp olaylarını çözmeye çalışan bir kadının
programını izliyordu. Ertuğrul ve Öğretmen girince kanalı değiştirdi. Oda bir
anda kırmızı bir renge büründü. Bir haber kanalıydı bu. ‘’Ne vardı?’’ diye
sordu Müdür Bey, bıyıklarını serbest bıraktı. Öğretmen ‘’Müdür Bey, bu çocuk
sınıfın kara tahtasına büyük bir kalp ve bu kalbin ortasına ise yazılması
yasaklı harfi çizdi. Hem de iki defa. Ayrıca bütün bunları kırmızı tebeşirle
yapmış.’’ diye cevapladı. Müdür Bey sinirlenmişti Ertuğrul'un gözünün içine
içine bağırarak: ‘’Anarşizm ha! Vandallık ha! Hem de benim okulumda. Kesinlikle
kabul edilemez!'' Bir süre bekledi ve tekrardan bıyıklarını sıvazlamaya
başladı. Sonra Öğretmen'e dönerek: ''Bu insanları anlamak zor valla Öğretmen,
cezalandırılacaklarını bile bile yasaları çiğniyorlar.’’ dedi. Öğretmen onu kafasıyla
''Haklısınız Müdür Bey!'' dercesine onayladı. Müdür Bey onaylanma gereği
duyduğu için söylediği bu düşüncesini Öğretmen'in onaylamasıyla Öğretmen'e
‘’Öğretmen sen öğrencileri bahçeye indir. Bu sefer karneleri bahçede vereceğiz.
Biz de birazdan geliyoruz." dedi. Öğretmen Ertuğrul'un kulağını bıraktı ve
koşar adımlarla çıktı. Ertuğrul Müdür Bey'in konuşmasından hiçbir şey
anlamamıştı, çünkü söylediği kelimelerin anlamından dahi bihaberdi. Bu noktada
Müdür Bey ile kesişen Öğretmen'e olan sevgisi bir kat daha azaldı. Bu sırada
televizyona baktı ve son dakika olarak geçen kırmızı renkli altyazıdaki haberi
gördü. Yazılan çok saçmaydı. Hem hani kırmızı aşkın rengiydi? Öğretmen
çıktıktan sonra Müdür Bey, Yardımcı’ya seslendi ve ona Haydar Ali'yi de alıp bahçeye
inmesini buyurdu. Yardımcı, saçının ortaları döküldüğü için kafasının yan
tarafında kalan saçlarını kel kalan kafasının ortasına tarayan bir tipti. Müdür
Bey, Yardımcı'da Haydar Ali ile bahçeye indikten sonra aynanın karşısına geçip
küçük bir tarakla bıyıklarını taradı. Daha sonra tarağı ceketinin iç cebine
koydu ve Ertuğrul’u kulağından yakalayarak, Ertuğrul'un vücudunu yakan
ateş daha fazla hissettirmeye başladı kendisini, bahçeye inmek üzere odadan
çıktı. Odada kalan sadece kırmızı renkti; cehennemvari, aşktan bihaber.
Bütün okul bahçedeydi. Ertuğrul, kulağında müdürün parmakları, gözlerinde
Müdür Bey’in diğer tarafında olan Yardımcı'nın elindeki Haydar Ali ve vücudunda
günün bütün ateşini hissettiren kırmızı renk ile öylece duruyordu. Müdür Bey
bir süre parmaklarını Ertuğrul'un kulağından çekti. İki elindeki işaret ve baş
parmaklarını kullanarak bıyıklarını uçlarından aşağı doğru kıvırdı. Sonra
tekrardan bir eliyle Ertuğrul'un kulağını tutarak ‘’Bu çocuk daha bu
sabah yasaklanan alfabemizin altıncı harfini bir kalbin içine büyük harfle, hem
iki kere hem de kırmızı bir tebeşirle kara tahtaya çizerek yasalarımıza karşı
gelmiştir. Elbette ki hem anarşist hem de Vandal olan bu eylemi cezasız
bırakmayacağım.’’ dedi Müdür Bey ve ekledi: ‘’ Neyseki yaşının küçük oluşuna
verdiğim için bu mevzuyu dışarıya taşımayacağım ve cezasını burada Yardımcı'nın
elindeki Haydar Ali ile naçizane bir şekilde vereceğim.’’ Sanki kimse
bilmiyordu, bu illegal durumun kendisinin sorumlu olduğu okulda çıktığını dışarıda
duyulmasını istemediğini Müdür Bey'in. Müdür Bey bunu söyledikten sonra
Ertuğrul'un kulağını bıraktı ve Yardımcı'nın elindeki Haydar Ali'yi aldı.
Müdür Bey'in parmaklarından kurtulan kulağı uyuşuyordu Eruğrul'un, ateşten
gömleğe dönüşen mavi önlüğü ise pantolonunun cebindeki çikolatayı eritecek
kadar ısıtıyordu tüm vücudunu. Artık Ertuğrul Haydar Ali'ye bakmıyordu.
Önce Müdür Bey uzat dercesine Ertuğrul'un ellerini öne doğru çekti. Bu
son anda, Haydar Ali ellerine hışımla inmeden önce, önündeki maviliğin arasında
pembe bir yün kazak bulma umuduyla o tarafa doğru baktı. Ancak eser yoktu.
Artık Esma'da hepsi gibi maviydi. Haydar Ali ellerine seri bir şekilde inip
çıkıyor, Yardımcı arada sırada dağılan saçlarıyla aralanan kelini örterek alkış
tutuyor ve Öğretmen bir yandan kimsenin anlam veremediği bir konuşmayı
sürdürürken bir yandan da elindeki karneleri uğultulu bir denizi andıran
öğrencilere havaya savurarak dağıtıyordu. Zavallı Ertuğrul, korkudan kapattığı
gözlerinden yaşların akmasına engel olamıyor, deyim yerindeyse adeta eriyordu.
''Hayır. Bu halde okula gelemez... Tamam babası gelir almaya karnesini öğleden
sonra.'' Annesi telefonu kapattı ve Ertuğrul'un yatağının kenarına oturup
saçlarını okşamaya başladı. Ertuğrul bu sırada kendine gelmeye başlayıp
gözlerini araladı, üstüne yattığı için uyuşan kolları, sızım sızım sızlayan
elleri ve kalbi ile. Ertuğrul ve ateşten kuruyan ağzından ''Ne oldu bana Anne?
Her tarafım sızlıyor, kalbim bile.'' kelimeleri döküldü. Ertuğrul ellerine bakmak
için hafiften doğruldu, herhangi bir hasar yoktu. Annesi ''Hastalandın,
oğlum.'' diye karşılık verdi. ''Ama her şey gerçek gibiydi.'' dedi sonra
Ertuğrul. ''Sadece bir kabustu.'' dedi annesi, arkasına gizlediği Ertuğrul'un
en sevdiği çikolatayı ona uzatarak ve ekledi ''Biraz eridi ama...seversin.''
Ertuğrul ''Peki ya Pembe Yün Kazak da mı?'' diyebildi sadece ve gözlerini
yumdu.
