7 Eylül 2016 Çarşamba

Kabus

 


Georges Perec'e...

 

        Dün gece tam olarak uyuyamamıştı. Kesik kesik rüyalar gördüğü gece, okulun son gününe denk düşen bu sabaha teslim oluyordu. Bu yaz tatilinden sonra ortaokula geçecek, takım elbise giymeye başlayacaktı. Takım elbise giymeye başlayacak olması onun ne kadar büyümüş olduğunu gözler önüne seriyordu. İşte bu gece bir yandan takım elbise giyecek kadar büyümüş olduğunu ve bir yandan da beş senedir göz göze geldiğinde kıprkırmızı olduğu, ne zaman onu görse kalbinin uyuşana kadar hızlı bir şekilde atmaya başlamasına sebep olan o kızı düşünerek geçirmişti. Sınıftakiler ona sen bu kıza abayı yakmışsın diyorlardı böyle olduğunda. O ise daha da utanıp kızarıyordu böyle denilince. Yatağında doğrulduğunda kalbi adeta yerinde değilmiş gibi hissediyordu. Her rüya gördüğünde olduğu gibi dün geceden beri o kadar seri atmıştı ki kalbi, bedeninin altında kalan kolu gibi o da uyuşmuştu. Kolunun uyuşmasından hiç mi hiç hoşlanmazdı. Sanki hiç geçmeyecek gibi hissederdi, kolundan orta parmağına kadar uzanan bu uyuşukluğu. Aksine kalbinin uyuşması ise hoşuna gider, hiç geçmesin isterdi. Çünkü ne zaman o kız ile karşılaşırsa böyle olurdu kalbi. Kalbinin uyuşmasını o kız tarafından ona verilmiş bir armağan olarak görürdü. Okulun son günüydü bugün. Karnesini almak için okula gidecekti ve belki de bu uzun tatil öncesi o kızı son bir kez daha görebilecekti. Ne de güzel simsiyah bakardı.  Annesi her gün saçlarını iki yandan kırmızı kurdele bağlayarak örer, mavi önlüğünün üstüne giydiği pembe yün kazak ise onu okuldaki diğer kızlardan ayırırdı. Annesi tarafından saçları örülüp kırmızı kurdele ile bağlanan çok kız vardı okulda kaldı ki.  O kazak onun için çok farklıydı. O kazağa  her dokunuşunda parmakları gıdıklanır, elektriklenirdi. Ve elbette kalbi uyuşurdu. İşte o zaman bir rüyada mı yoksa gerçek bir anda mı olduğunun bilincini yitirirdi. Gerçi fark etmezdi; o küçük kız yanında olduğu sürece. Yani anlayacağınız sihirli bir kazaktı o, gözünde. O kızı diğer kızlardan ayıran sihirli pembe yün bir kazak. Kaldı ki o sihirli şeylere bayılırdı. Şapkadan çıkan uzun kulaklı tavşanlar, başta kaybolan sonra kulak arkasından çıkan bozukluklar ve hepsinden çok şaşırdığı iki parçaya bölünüp sonradan bir araya gelen insan bedenleriydi. Bu sihir onu her zaman engel olamayacağı şekilde etkisi altına alırdı. Zaten sihir onun için büyük bir olaydı. Çünkü sihir, gerçek bir an ile gerçekdışı olanın kesişimiydi. Sihir inanılmaz olanı kendi kurallarıyla inanılır kılan bir şeydi.

 

            Ayağa kalktı. Mavi önlüğünü ve dizleri yuvarlak  resimli bir yama ile yamalanmış kot pantolonunu giydi. Mutfağa gidip kahvaltı masasına kuruldu. Annesi kahvaltıyı hazırlamış, bugün onun için özel olarak patates kızartmıştı. Patates kızartması yemeyi severdi; hele ki annesi yaptığı zamanlarda. Annesine oldukça düşkündü. Ancak kimsenin annesine karşı olan bu sevgisini bilmesini istemezdi. Arkadaşları tarafından küçük görülmek yahut diğer bir deyişle ana kuzusu diye nitelendirilmek onun için korkunç bir durumdu. Gerçi fazla arkadaşı da yoktu ya, onunla dalga geçsinler. Lakin bu durum duyulursa arkadaşı olsun olmasın dalga geçecek çok kişi vardı. Babası masanın başköşesine kurulmuş günün gazetesini okuyor annesi ise kendine bir bardak çay daha alıyordu. Annesinin bu tatilde dünya kupası olması sebebiyle mutfağa kurdurttuğu küçük tüplü televizyonda bir haber kanalı açıktı. Bu televizyon sessiz kahvaltı sofrasını sese boğan tek şeydi. Bir süre sonra babası gazetesinin ardından oğluna bir soru sorarak bu sese ortak oldu: ‘’Oğlum karnen nasıl? Var mı zayıfın?’’ ‘’Karnem iyi baba; zayıfım yok!’’ dedi çocuk. Babası gazeteyi hışırtılarla kapattı, masaya koydu ve okuma gözlüğünü de çıkartıp gazetenin üstüne koyduktan sonra gömleğinin cebinden iki ellilik çıkarttı. Birini ona verdi ve diğer elliliği havada sallayarak ‘’Bu da iş bittikten sonra.’’ dedi. ‘’İş bittikten sonra?’’ diye sordu o. ‘’Karneni gösterdikten sonra yani!’’ dedi. Annesi bir elinde çay bardağı ile gelip masanın üstüne onun en sevdiği çikolatayı koydu ve ''Bu da benim sana karne için naçizane hediyem.'' dedi. Çikolatayı cebine koydu ve babasıyla göz göze geldi, ayağa kalkıp ona doğru eğilen annesinin yanağına bir öpücük kondurduktan sonra koşarak evden çıktı. Koşarken aklında sadece bir şey vardı: Pembe Yün Kazaklı Kız. O evden çıktıktan sonra evde bir süre sessizlik hâkim oldu. Tüplü televizyonda açık olan kanalda altyazı olarak geçen son dakika haberi evdeki sessizliğin bozulmasına ve mutfağın kırmızı renkle dolmasına sebep oldu. ‘’Devlet yetkililerimiz tarafından alınan bir kararla ve Eğitim Bakanı'nın onayıyla alfabemizin altıncı harfi olan malum harfin yazışma dilinde kullanılması yasaklanmıştır. Bu kararla birlikte alfabemiz 28 harfe düşürülmüş ve bu harfin yer aldığı bütün belgeler yakılmaya mecbur kılınmıştır. Bundan sonra malum harfin herhangi bir kişi tarafından kullanılması; kişinin en ağır cezalarla cezalandırılmasına sebep olacaktır.’’

 

            ‘’Evet, çocuklar! Artık ortaokula geçiyor ve bir yaş daha büyüyorsunuz. Ortaokul size yeni kıyafetler, yeni telaşlar getirecektir. En önemlisi ailenizin sizden büyük beklentileri olacak ve bu da size yeni sorumluluklar getirecektir. Gelecekteki hayatınızın temellerini atacağınız lise sınavlarınız gibi mesela. Bunun dışında size bazı şeylerden bahsetmek istiyorum. Bazen hayatımızda rüyalardaki gibi saçma, gerçek dışı şeyler olur ve siz bu şeyleri yaşayarak bir şeyin farkına varırsınız: Yaşamınızın saçma oluşunun rüyalarınızın saçma oluşundan daha saçma olduğu. İşte o zaman paranoyaklaşır ve âlemleri karıştırırsınız. Her şey gözünüze batmaya başlar; her doğru, her yanlış… Çıldıracak gibi olursunuz çünkü kimse sizi onaylamaz, doğruluğun yahut yanlışlığın peşine düşseniz bile. Yavaş yavaş mekân ve zaman kavramlarınızı kaybeder bir boşluğa doğru sürüklenirsiniz. İşin kötü yanı ise bir boşlukta olduğunuzun farkında olamayacağınızdır. Kâbus. Orada ömrünüz boyunca sürekli aynı yerde dönüp dolaşır ve anlaşılmayı beklemek zorunda kalırsınız. ''Ben neyim?'' , ''Burada ne yapıyorum?'' , ''Neden bu söylenenlere uymak zorundayım?'' gibi. Yani varmak istediğim nokta, haberiniz oldu mu bilmiyorum ancak alfabemizin altıncı harfi yazı dilimizden kaldırılmış. Bu konuda görüşlerimi tam olarak ifade etmeyeceğim ancak az önce söylediğim kadarıyla biraz bu yöndeki görüşlerimi ifade etmeye çalıştım. Liyakatten yoksun yöneticilerin, getirildikleri koltuklarda farklı bir şeyler yapma arzusuyla insanlara dayattığı saçma şeyler.    Neyse işte böyle çocuklar daha fazla kafanızı karıştırmak istemiyorum. Size en büyük tavsiyem bu yaz tatilinde kitap okumanız veya film izlemeniz. Çünkü bunları tek başınıza yapabilirsiniz. Kimsenin onayına ihtiyacınız olmadan; kitaplar ve filmler üzerine olan ‘sizin’ düşüncenizdir ki önemli olan da sadece budur.’’ diye konuştu Öğretmen. Sınıftaki öğrenciler hiçbir şey anlamamış gibi Öğretmen'in suratına bakıyordu. Anladıkları tek şey her seferinde olduğu gibi Öğretmen'in konuşmasının sonuna yerleştirdiği kitap-film hakkında söyledikleriydi.  Öğretmen belki de okulun son günü olması nedeniyle öğrencilerine bir konuşma yapma gereği duymuştu ve saçmalamıştı. ''Yani kısaca iyi tatiller!'' diye ekledi bu bakışlardan sonra konuşmasına Öğretmen. O sırada kapı çaldı. Gelen oydu. Geç kalmıştı. Kapıyı yarısına kadar açtıktan sonra sınıfa doğru bir adım atmış, kapının önüne dikilmiş bir şekilde arkadaşlarına bakıyordu. Gözleri sanki birini arıyormuş gibi sınıfı süzdü. Evet, sonunda gözleriyle aradığı kişiyi bulmuş ve bu keşifin ardından yüzünde bir tebessüm belirmişti.  İşte orada orta sıranın ortasında kendi sırasının hemen önünde oturan Pembe Yün Kazaklı Kız.  Bugün de sınıftaki birkaç kız gibi annesi saçlarını kırmızı kurdele ile toplayıp örmüştü. Tüm sınıf geç kalan çocuğu seyrediyordu. Tabi Pembe Yün Kazaklı Kız da tıpkı rüyalarında olduğu gibi ona bakıyordu simsiyah. Bunun yanında elbette kalbi de bu olaya tepkisiz kalmıyordu.

 

            ‘’Ertuğrul! Hey! Ertuğrul? Neredeydin? ’’ diye Öğretmen ona seslendi. Evet, onun adı Ertuğrul’du. Hemen kendisine geldi ve ‘’Geç kaldım, öğretmenim.’’ diye cevapladı Ertuğrul, Öğretmeni. Sınıfta birkaç kişi kıkırdadı. Ertuğrul anlamamıştı bu kıkırdamaları. Ertuğrul, Öğretmen'e baktı tekrardan. Aslında Öğretmen'i çok seviyordu Ertuğrul, çünkü ilkokul boyunca onları okutmuş ve onlara çok şey öğretmişti. Onlara 100 Temel Eseri okutmuş, hatta sınıfça Arı adlı bir animasyon filmine götürmüştü. Bu film sinemada izlediği ilk filmdi Ertuğrul'un ve bazı sınıf arkadaşlarının. Bazen anlam veremedikleri çok şey söylerdi ama bu sözler ona çok güzel gelirdi. Her ne kadar  bu sebeplerden ötürü Öğretmen'i çok sevse de Öğretmen'in sevmediği özellikleri de vardı. Bunlardan en önemsediği müdüre karşı davranışları ve disiplin anlayışıydı. Öğrencilerle ilişkisi çok iyi olmasına rağmen disiplin dışı bir davranışta hemen müdürün odasında alırdı soluğu, ancak o anlam veremedikleri meçhul konuşmalarında sürekli yöneticileri eleştirirdi. Bu yüzden Öğretmen'e fazla güvenmezdi. Kaldı ki bir gün  Öğretmen onu kenara çekip ona '' Bu aralar çok yalnız takılıyorsun, yoksa birine aşık mı oldun? Eğer böyle bir şey varsa söyle, bir sırrımız olur.'' demişti. Lakin Ertuğrul sırf bu iki özelliğinden dolayı Öğretmen'e Pembe Yün Kazaklı Kızdan bahsetmemişti. Çünkü Müdür aşktan anlayan biri değildi biliyordu. ''Ertuğrul... Ertuğrul... Ertuğrul!'' diye bağırdı Öğretmen, gözlerinin içine bakan Ertuğrul'a. Ertuğrul bu bağırtıyla kendine geldi. ''Yine nerelere gittin?'' diye sordu Öğretmen. Ertuğrul, hiç anlamında kaşları ve gözlerini anlına doğru çekti. Biraz korkmuştu. Öğretmen eliyle yerine geçebileceğini işaret etti ve Ertuğrul yerine, Pembe Yün Kazaklı Kızın arkasındaki sıraya geçti.

 

            Zil çaldı. Für Elise. Ertuğrul bu zilin sesiyle bir kâbustan uyanırmışçasına sırasında zıpladı.  Ne ara uyuyakalmıştı hatırlamıyordu. Sınıfta bir uğultu vardı. Öğretmen çıkmıştı. Kendine gelir gelmez Pembe Yün Kazaklı Kızı aradı ancak yoktu. Önünde başka biri oturuyordu. Pembe Yün Kazaklı Kızın yerinde. Mavi önlüklü ve saçları iki yandan kırmızı kurdele ile toplanıp örülmüş bir kız lakin pembe yün kazaksız. Teneffüs olmuştu ve sanırım Pembe Yün Kazaklı Kız dışarı çıkmıştı. O gelmeden Ertuğrul bir şeyler yapmalıydı. Kıza onu sevdiğini belli etmeliydi. Öyle düşünüyordu. Böyle düşünmesinde sınıfta kendi dışında sadece birkaç kişinin olmasının ve uykusundan yeni uyanmış olmasının büyük payı vardı Çünkü Ertuğrul normal şartlarda böyle bir şeyi yapmayı bırakın düşünmeyi bile göze alamazdı. Ertuğrul bir anda tüm bedeninde hissettiği cesaretle ellerini yumruk yaparak bir hışımla yerinden fırladı ve kara tahtaya doğru yürüdü. Önce beyaz bir tebeşir aldı; sonra yoksa kırmızı tebeşir mi alsaydım diye düşündü. Sonuçta önemli şeyleri hep kırmızı ile yazarlardı ve elbette aşkın rengi kırmızıydı. Öyle de yaptı. Kırmızı tebeşirle kara tahtaya kocaman bir kalp çizdi; ortasına iki büyük ‘E’ harfi kondurdu. Sınıftaki uğultu bir anda kesildi.  Ertuğrul yüzünü sınıfa döndü.  Tüm sınıf arkadaşları sınıftaydı. İçlerinden bazıları kıkırdıyordu. Ve o, Pembe Yün Kazaklı Kız... Esma da sınıftaydı. Ama daha demin sınıfta değildi. Hele ki üzerinde pembe yün kazağı da yoktu. Ertuğrul kıpkırmızı olmuştu. Tıpkı Esma'nın örülen saçlarını tutan kırmızı kurdeleler gibi. Aşkın rengi. Ve bu renkle birlikte gelen ateş, bütün vücudunu sarmıştı. O sırada öğretmen içeri girdi. Herkes yerine geçti. Ertuğrul da başını yerden hiç kaldırmadan sırasına geçti. Öğretmen ‘Evet, çocuklar! Geçin bakalım yerlerinize ‘’ dedi ve o sırada tahtayı gördü. ‘’Kim yaptı bunu?’’ diye sordu.  Aniden sinirlenmişti. Sınıfı sessizlik bürümüştü. Öğretmen soruyu tekrarladı. O sırada Ertuğrul’un önünde oturan mavi önlüklü kız ayağa kalktı ve Ertuğrul’u işaret ederek ‘’O yaptı, öğretmenim!’’ dedi. Oydu. ''Esma.'' diye fısıldadı Ertuğrul. Ama nasıl olabilirdi. Bir kazak insanı bu kadar hızlı nasıl değiştirebilirdi. O öyle bir şey yapmazdı ki. ‘Ne olabilirdi ki hem, tahtaya yazı yazmak suç muydu?’ diye düşündü Ertuğrul sonra.  Öğretmen Ertuğrul’u yanına çağırdı. Ertuğrul onu çağıran Öğretmen'in yanına gitti. Öğretmen Ertuğrul’u kulağından tuttu, Ertuğrul'un vücudunu saran ateş daha da hissedilir oldu, sınıfa ‘’Birazdan geliyorum; kimse dışarıya çıkmasın.’’ dedi ve müdür odasının olduğu tarafa doğru gitti.

 

            Müdür Odasına girdiklerinde Müdür Bey bir yandan ağzı ile burnunun arasını tamamen dolduran bıyığını sıvazlarken bir yandan da televizyonda odasındaki tüplü televizyondan cinayet ve kayıp olaylarını çözmeye çalışan bir kadının programını izliyordu. Ertuğrul ve Öğretmen girince kanalı değiştirdi. Oda bir anda kırmızı bir renge büründü. Bir haber kanalıydı bu. ‘’Ne vardı?’’ diye sordu Müdür Bey, bıyıklarını serbest bıraktı. Öğretmen ‘’Müdür Bey, bu çocuk sınıfın kara tahtasına büyük bir kalp ve bu kalbin ortasına ise yazılması yasaklı harfi çizdi. Hem de iki defa. Ayrıca bütün bunları kırmızı tebeşirle yapmış.’’ diye cevapladı. Müdür Bey sinirlenmişti Ertuğrul'un gözünün içine içine bağırarak: ‘’Anarşizm ha! Vandallık ha! Hem de benim okulumda. Kesinlikle kabul edilemez!'' Bir süre bekledi ve tekrardan bıyıklarını sıvazlamaya başladı. Sonra Öğretmen'e dönerek: ''Bu insanları anlamak zor valla Öğretmen, cezalandırılacaklarını bile bile yasaları çiğniyorlar.’’ dedi. Öğretmen onu kafasıyla ''Haklısınız Müdür Bey!'' dercesine onayladı. Müdür Bey onaylanma gereği duyduğu için söylediği bu düşüncesini Öğretmen'in onaylamasıyla Öğretmen'e ‘’Öğretmen sen öğrencileri bahçeye indir. Bu sefer karneleri bahçede vereceğiz. Biz de birazdan geliyoruz." dedi. Öğretmen Ertuğrul'un kulağını bıraktı ve koşar adımlarla çıktı.  Ertuğrul Müdür Bey'in konuşmasından hiçbir şey anlamamıştı, çünkü söylediği kelimelerin anlamından dahi bihaberdi. Bu noktada Müdür Bey ile kesişen Öğretmen'e olan sevgisi bir kat daha azaldı. Bu sırada televizyona baktı ve son dakika olarak geçen kırmızı renkli altyazıdaki haberi gördü. Yazılan çok saçmaydı. Hem hani kırmızı aşkın rengiydi? Öğretmen çıktıktan sonra Müdür Bey, Yardımcı’ya seslendi ve ona Haydar Ali'yi de alıp bahçeye inmesini buyurdu. Yardımcı, saçının ortaları döküldüğü için kafasının yan tarafında kalan saçlarını kel kalan kafasının ortasına tarayan bir tipti. Müdür Bey, Yardımcı'da Haydar Ali ile bahçeye indikten sonra aynanın karşısına geçip küçük bir tarakla bıyıklarını taradı. Daha sonra tarağı ceketinin iç cebine koydu ve  Ertuğrul’u kulağından yakalayarak, Ertuğrul'un vücudunu yakan ateş daha fazla hissettirmeye başladı kendisini, bahçeye inmek üzere odadan çıktı. Odada kalan sadece kırmızı renkti; cehennemvari, aşktan bihaber.

 

            Bütün okul bahçedeydi. Ertuğrul, kulağında müdürün parmakları, gözlerinde  Müdür Bey’in diğer tarafında olan Yardımcı'nın elindeki Haydar Ali ve vücudunda günün bütün ateşini hissettiren kırmızı renk ile öylece duruyordu. Müdür Bey bir süre parmaklarını Ertuğrul'un kulağından çekti. İki elindeki işaret ve baş parmaklarını kullanarak bıyıklarını uçlarından aşağı doğru kıvırdı. Sonra tekrardan bir eliyle Ertuğrul'un kulağını tutarak  ‘’Bu çocuk daha bu sabah yasaklanan alfabemizin altıncı harfini bir kalbin içine büyük harfle, hem iki kere hem de kırmızı bir tebeşirle kara tahtaya çizerek yasalarımıza karşı gelmiştir. Elbette ki hem anarşist hem de Vandal olan bu eylemi cezasız bırakmayacağım.’’ dedi Müdür Bey ve ekledi: ‘’ Neyseki yaşının küçük oluşuna verdiğim için bu mevzuyu dışarıya taşımayacağım ve cezasını burada Yardımcı'nın elindeki Haydar Ali ile naçizane bir şekilde vereceğim.’’ Sanki kimse bilmiyordu, bu illegal durumun kendisinin sorumlu olduğu okulda çıktığını dışarıda duyulmasını istemediğini Müdür Bey'in. Müdür Bey bunu söyledikten sonra Ertuğrul'un kulağını bıraktı ve Yardımcı'nın elindeki Haydar Ali'yi aldı.  Müdür Bey'in parmaklarından kurtulan kulağı uyuşuyordu Eruğrul'un, ateşten gömleğe dönüşen mavi önlüğü ise pantolonunun cebindeki çikolatayı eritecek kadar ısıtıyordu tüm vücudunu. Artık Ertuğrul Haydar Ali'ye bakmıyordu.  Önce Müdür Bey uzat dercesine Ertuğrul'un ellerini öne doğru çekti.  Bu son anda, Haydar Ali ellerine hışımla inmeden önce, önündeki maviliğin arasında pembe bir yün kazak bulma umuduyla o tarafa doğru baktı. Ancak eser yoktu. Artık Esma'da hepsi gibi maviydi. Haydar Ali ellerine seri bir şekilde inip çıkıyor, Yardımcı arada sırada dağılan saçlarıyla aralanan kelini örterek alkış tutuyor ve Öğretmen bir yandan  kimsenin anlam veremediği bir konuşmayı sürdürürken bir yandan da elindeki karneleri uğultulu bir denizi andıran öğrencilere havaya savurarak dağıtıyordu. Zavallı Ertuğrul, korkudan kapattığı gözlerinden yaşların akmasına engel olamıyor, deyim yerindeyse adeta eriyordu.

 

            ''Hayır. Bu halde okula gelemez... Tamam babası gelir almaya karnesini öğleden sonra.'' Annesi telefonu kapattı ve Ertuğrul'un yatağının kenarına oturup saçlarını okşamaya başladı. Ertuğrul bu sırada kendine gelmeye başlayıp gözlerini araladı, üstüne yattığı için uyuşan kolları, sızım sızım sızlayan elleri ve kalbi ile. Ertuğrul ve ateşten kuruyan ağzından ''Ne oldu bana Anne? Her tarafım sızlıyor, kalbim bile.'' kelimeleri döküldü. Ertuğrul ellerine bakmak için hafiften doğruldu, herhangi bir hasar yoktu. Annesi ''Hastalandın, oğlum.'' diye karşılık verdi. ''Ama her şey gerçek gibiydi.'' dedi sonra Ertuğrul. ''Sadece bir kabustu.'' dedi annesi, arkasına gizlediği Ertuğrul'un en sevdiği çikolatayı ona uzatarak ve ekledi ''Biraz eridi ama...seversin.'' Ertuğrul ''Peki ya Pembe Yün Kazak da mı?'' diyebildi sadece ve gözlerini yumdu.